C A Z  
S A Y I ( K ) L A M A L A R I



1.

Chet Baker

Üzerine

Kendimle Konuşmalar

 

 

 

Pencereyi açıyorum, bir sigara yakıyorum.

ve

kendime soruyorum:

 

-Neden trompet?

 

Gecenin sessizliğini dinliyorum

ve

kendimi cevaplıyorum:

 

-Üflemeli çalgıların diğer enstrümanlardan daha samimi olduğuna inanırım. Çünkü, bu çeşit enstrümanlardan “ses” çıkarmak için, nefesinizi (hayat kaynağınızı) çalgıyla buluşturmak zorundasınız. Böylece, müzisyenler ruhlarını kullandıkları enstrümanla birleştirme konusunda daha başarılı olabiliyorlar ve  müziğin atar damarı olarak kabul ettiğim “tuşeler” eserlere daha “iç”ten yansıyabiliyor.

 

- Chet Baker kimdir?

 

-Chet Baker biraz önce bahsettiğim “iç”tenliğin ustasıdır. Caz müziğinin  tanınmış ve başarılı trompetçilerinden biridir.

 

- Chet Baker dinlerken ne hissediyorum?  

 

-Sokakta yaşayan, soğuktan titreyen bir dilenci düşünelim. Bu adam bir yerlerden para buluyor ve sıcak bir lokantaya girip kendine çorba ısmarlıyor. Çorbayı bitirdikten sonra “iç”inin ısındığını, rahatladığını fark ediyor. Ben de, Chet Baker dinlediğimde buna benzer şeyler hissediyorum.

 

- Chet Baker’ın vokal yaptığını da biliyoruz. Onun vokal tarzı hakkında ne söyleyebilirim?

 

- Genelde caz vokalleri kadın ses sanatçılarıdır. Ama, vokal konusunda, Chet Baker’ın trompetçi olmasından kaynaklanan önemli bir avantajı vardır: Nefes tuşelerini ve vibrasyonları çok iyi kullanmaktadır. Bu yüzden, “My Funny Valentine” adlı parçasıyla efsaneleşmiştir. Bununla birlikte, Chet’in yorumladığı “caz standartları”nı ve müziğini anlatmaya çalışmanın her zaman “eksik” bir tarafı olacaktır. Onu anlamak için oturup onun parçalarını dinlemek, anlatmak için de  seslendirmek gerekiyor.

  

-  Chet Baker’ı “caz müziğinin James Dean’i” olarak görmelerinin sebebi nedir?

 

- Bu benzetmenin sebebi  Chet Baker’ın yaşam öyküsünde saklı. Karısının anlattığına göre, Chet, caz kulübündeki programı bittikten sonra, şehrin boşluğunda hızlı bir şekilde araba kullanmayı severmiş. Radyodaki müziğin eşliğinde, arabasını yolcuları korkutacak kadar hızlı sürermiş.

Ayrıca, Chet, uyuşturucu kullanırmış. Düşmanları da Baker’a hep bu taraftan yüklenirler çünkü müziğinin kötülenecek bir tarafını bulamamaktadırlar. Uyuşturucu meselesini kullanarak Chat Baker’a yüklenen ve saldıran “hıyar ağaları”  başarılı olamamış, Chet Baker’ı  devirmeyi becerememişlerdir.

 

- “You can’t go home again” nedir?

 

- Benim için, Chet Baker’ın en önemli albümüdür ve son derece canlı, güçlü senkoplarla süslenmiş bir caz şölenidir. Albüm, caz  için bile uzun sayılabilecek müzikal cümlelerden oluşur. İlk parça on sekiz dakika sürmektedir. Albümde diğer enstrümanlar ve müzisyenler de trompet kadar ön plandadır.

 Bu albümü dinlediğimde Güney Amerika ve Meksika hikayeleri (mitleri) okumuş gibi hissediyorum kendimi. “You can’t go home again”’in müzikal yapısında “isyan” ön plandadır:  Albümün Baker’ın  en öfkeli eseri olduğunu söyleyebilirim. Ancak, bahsettiğim isyanı, günümüzün “piercing”li, dövmeli ve  kırmızı kafalı “kayıp kuşağı”nın bağıran, çağıran manik tavırlarıyla karıştırmamak lazım. Çünkü, günümüzde “isyan” ya da “başkaldırı” ticari öğeler haline gelerek prim yapan maskeler olarak kullanılmaktadır. Oysa, “You can’t go home again”deki isyan çöl rüzgarları kadar görkemli ve “iç”tendir.

 

-  Chet Baker nasıl öldü?

 

- Amsterdam’da bir otel odasının penceresinden düşerek ölmüştür. Ölümünün bir “özkıyım” olup olmadığı bilinmemektedir. Tek bilinen ünlü trompet ustasının pencereden düşerek öldüğüdür. Zaten, her pencere bir çeşit uçurum değil midir?

 

 

Pencereyi kapatıyorum

ve

kendi sessizliğimi dinlemeye devam ediyorum.



 

2.

“Y a y l ı l a r ı n   A y i n i “   

V e   

L i r i k   A n l a t ı m

 

 

Jean Luc Ponty, Al Dı Meola ve Stanley Clarke’ın “Rite Of Strings[i]” adlı projesini ne zaman satın aldığımı ya da bu albümü bana kimin tavsiye ettiğini hatırlayamıyorum. Bu unutkanlığın sebebi, yeniyetmelik dönemimdeki “virtüöz hayranlığı”nın veya teknik el becerileriyle ilgili  heyecanlarımın, bugün bana oldukça uzak bir konumda bulunmasından başka bir şey değil. Şimdi, enstrümanlar üzerindeki cambazlıklar yerine müziğin “öz”ü ya da bu “öz”ün bana duyumsattıklarıyla ilgileniyorum. Böyle bir yaklaşımın gereğinden fazla lirik olduğunu söylemekten de kaçınmayacağım.

1999 senesinde, güneyde yaptığım bir yolculuk sırasında “Rite Of Strings”in anlatımındaki lirik öğeleri fark ettim. Likya havzasında bir sahil kasabasından diğerine (Kaş’tan Kalkan’a) doğru otobüs yolculuğu yapıyordum. Bu sahil yolu denize paralel uzanan kayalıklarla birlikte, oldukça virajlı bir yoldur. Cam kenarındaki koltukta oturmuş, “walkman”imden “Rite Of Strings” adlı projeyi dinliyor, bir yandan da Akdeniz’in sahildeki kayalıklarla buluşmasını seyrediyordum. İşte o zaman, dinlediğim müziğin Akdeniz’in güzellikleriyle ve coşkusuyla müthiş bir ahenk içerisinde olduğunu fark ettim. “Rite Of Strings”in  armonik yapısı dalgaların gidiş gelişleriyle ve akşamüstü güneşinin yansımalarıyla uyumluydu, tüm bu imgeler birbirini tamamlar nitelikteydi. Sahil yolu bittiğinde, albümdeki teknik becerilerin değil de  anlatımın etkilerini ruhumda hissediyordum. Bahsettiğim “Lirizm” yavaş yavaş kendini gösteriyordu.

 

***

 

Al Di Meola’nın, gerek gitar tekniğinde gerekse kompozisyonlarında Akdeniz yansımalarını duymak mümkündür. Özellikle, “Friday Night In San Fransisco” adlı albümde  Paco De Lucia ve John Mclaughlin ile birlikte ortaya koydukları performansın caz müziğinden ve anlayışından uzak olduğunu söyleyebiliriz. Diğer çalışmalarının da “pop-caz” ya da “caz-fusion” türlerine ait özellikler taşıdığını biliyoruz. Tüm bunlar Meola’nın Akdenizlilik ile caz müziği arasında deneysel bir seviyede varolduğunu ya da yer aldığını gösteriyor. Bu anlamda “Rite Of Strings” albümünün gitar partisyonları “öz”üne dönmüş ve klasik cazdan büyük bir ölçüde sıyrılmıştır. Stanley Clarke’ın kontrbas ifadeleri de enstrümanlar arasındaki takip mesafesini ve iletişimi dengeleyici bir niteliktedir. Bence, Stanley Clarke, Aziza Mustafa Zadeh’in “Dance Of Fire”[ii] adlı albümündeki kompozisyonlarından sonraki en gerçek coşkuyu “Rite Of Strings”de yakalamıştır.  Jean Luc Ponty ise enstrümanın el verdiği ölçüde “caz” yapıyor; kemanını caz müziğinde kullanmak için sınırlarını(sınırları) zorluyor ve bunu da kabul edilebilir bir ölçüde başarıyor. Albümdeki keman kompozisyonları klasik müzikte olduğu gibi pürüzsüz ve temiz ezgilerle tınıyor. “Rite Of Strings”deki lirizm’in bir başka sebebi de bu pürüzsüz ezgilerdir.

Tüm bu ifadeler, uğraşılar ve akustik salınımlar “iç”tenliğin kaynağı değil midir? Sanatsal arzunun, sezgilerin, heyecanın ve değişik bir proje ortaya koymanın asıl sebebi bu uğraşılar değil midir?  

Elektronik müziği ve deneyleri düşündüğümde, Japon teknisyenlerin, elektronik uzmanlarının, “Casio”[iii] mucitlerinin ya da Bill Gates’in yakında “müzik” piyasasına el atabileceğini -yarı şakayla- söylemek pek aptalca olmaz. Buna karşılık, “Rite Of strings” adlı akustik proje tüm  pürüzsüzlüğüyle, yeni nesil deneysel cazcıların ve sentez endüstrisinin önünde sapa sağlam -bir kale gibi- duruyor. “PopStar” klozetinin sifonunu zaten çekmiş bulunuyorum, bu yüzden böylesine “pis”liklerden bahsetmeme gerek yok. Onun yerine, gerçek müzisyenliğin nasıl bir şey olduğunu vurgulayan bir alıntıyla bu yazıyı sonlandırmanın yerinde olacağını düşünüyorum:

 

“(…)İçimde ister üzüntü, ister neşe olsun gücüm bunların üstünde dinginlik içinde duruyor, durumu izliyor, aydınlık ve karanlığın birbirinden ayrılmaz kardeşler olduğunu görüyordum; üzüntü ve huzur aynı büyük müziğin ölçüleri,  güçleri ve parçalarıydı.

Bu müziği kayda geçiremezdim, bana yabancıydı henüz, sınırlarını bildiğim yoktu. Ama onu algılayabiliyor, kendi içimdeki dünyayı mükemmel bir dünya olarak duyumsayabiliyordum. Beri yandan, ufak bir parçayı saptayabilmiştim. Bunu düşünüp, günlerce bunu yaşadım ve sonunda bunun dile getirilebileceğine karar verdim, uçmayı göze alan yavru bir kuş gibi bütün masumiyetimle ilk sonatımı notaya almaya koyuldum.” [iv]

 

 



[i]  Türkçesi: Yaylıların Ayini

[ii]  Türkçesi: Ateş’in Dansı (Bu albümde de Stanley Clarke ve Al Di Meola beraber yer almışlardır.)

[iii]  Elektronik Saat Markası

[iv]  Hermann Hesse, Gertrud, Çev: Kâmuran Şipal, Afa Yayınları,1997, s.32,33



 

3.

Bir Caz Şairi: P a t r i c i a   B a r b e r 

 

 

 

Fazla gevezelik etmeyeceğim; “Patricia Barber” hakkında düşündüklerimi ve bildiklerimi tek çırpıda ortaya koyacağım.

            Patricia Barber, Chicago kökenli bir piyanist ve vokalisttir —şu sıralar “Cool Caz”ın prensesi olarak adlandırılıyor. İlk birkaç albümünde caz standartları ile bazı popüler şarkıları  soğutup “pastorize” ederek  yorumlamış ve müzik eleştirmenlerinin dikkatini çekmiştir.  Daha sonra,  “geleceğimin üstünü çizmemek için geçmişimin üstünü çizdim.” diyerek kendi parçalarını yazmış, bestelemiş ve “Verse”(Dize-Kıta) adlı albümü caz severlere sunmuştur. Ben, bu tavrın günümüz müzisyenlerinin çok yakından bildiği “nostalji ticareti”ne karşı geliştirilmiş en güçlü direnç olduğuna inanıyorum.

 

            “Verse”deki  parçalar, tüm  “cool caz” parçaları gibi “kurşun geçirmez bir karanlık”la birlikte parlıyorlar. Sanırım, albümdeki ilk parçanın “The Moon” ismini taşımasının sebebi de bu garip karanlıktır; şarkının  bir bölümünde şöyle diyor: but tonight / there won’t be light / cause I can’t shine / without you. Bahsettiğim derinliğin dibinde, şarkı sözlerinin  şiirselliği ve imge yoğunluğu var. Barber’a  sözlerindeki şiirselliğin nedeni sorulduğunda bu durumun  okuduğu şiir kitaplarının ve E.e.cummings’in etkisi olduğunu söylüyor. Piyanist olarak da en çok etkilendiği caz sanatçısının “Bill Evans” olduğunu belirtmekten kaçınmıyor. Gerçekten de  Bill Evans’ın melodilerini ve tuşelerini düşündüğümüzde her bir müzik cümlesinin bir şair tarafından yazılmış  “dizeler” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Patricia Barber da imgesel anlatımın gücünün farkında ve “şiir”in gizemini takip eden ekolün yeni nesil temsilcisi gibi görünerek caz hayatına devam ediyor. Ayrıca, “cool caz” türünde çalgılar arasındaki iletişim ya da cümleler daha iyi ayrıştırılabilir bir yapı oluşturur. Cool Caz’a özgü bu ağır ve yoğun anlatım, müziği daha iyi anlamlandırabilmemizi sağlıyor. Kısacası,  Patricia Barber, müziğinin göstergelerini tane tane, yavaş yavaş dinleyicilerine sunuyor. Böylece cazın güzelliğini ve rengini daha kolay bir biçimde algılıyoruz.

 

            Şimdi, şu şekilde bir soru soralım kendimize: “Eğer şarkı sözleri imge yoğun dizelerden oluşacaksa bunu “cool caz”ın dışında hangi müzik türü aracılığıyla gerçekleştirebiliriz? Hangi müzik “cool caz”dan daha iyi taşıyabilir şiiri? Belki etnik sentezler bunu başarabilir, ama diğer türler için bu deneyin çelişik bir durum alacağını, gizli bir çirkinliğe bürüneceğini düşünüyorum. Kabul etmek gerekli —Patricia Barber şiirsel söylemlerini müziğine sığdırabiliyor ve şarkılarının eğreti hiçbir tarafı yok. “Cool Caz”ın prensesinin dengelemeyi başardığı bu alaşım, hem müzikal hem de edebi bir beceridir ve kesinlikle  takdir edilmesi gereken bir olgudur. Bu başarı yüzünden Barber’a “Caz Şairi” diyebiliriz. Yoksa, tabii ya,  Patricia Barber  “Poetik Caz” adlı yeni bir caz türü keşfetmek için uğraşıyor olmasın? Belki… Bunu akademisyenlerin incelemesi lazım. Ama “zurnanın son deliği” olan akademisyenler değil, gerçek akademisyenler bu konu üzerinde titizlikle çalışmalı…Çünkü bu kadın bizim ezberimizi bozdu. Ben,  dinleyici sıfatımla,  Barber’ın “dize”lerinin ve müziğinin önünde saygıyla eğilerek bu yazıyı sonlandırmayı düşünüyorum. Ancak, akademisyenler ise çalışmaya şimdi başlayacaklar…



 


 

 4.

Coşku Mühendisleri’nin Zaman Dışı Parantezleri

 

 

İşletmelerde muhasebeciler fazla önemsenmez ve “zurnanın son deliği” olarak görülürler. Hesap işleriyle uğraşan, kayıt tutan, şirketin faaliyetlerini sayısal olarak vergi makamlarına ya da yöneticilere raporlayan muhasebeciler, işi kılıfına uyduran matematiksel kişiler olarak bilinirler. Gariptir ki, benzer bir tavırla, müzik dünyasında da “vurmalı çalgılar” melodi belirleyici olmaktan çok ritim belirleyici olarak ele alındıkları için tarih boyunca fazlaca önemsenmemişlerdir. Müzik tarihi “caz” kavramına gelip dayanıncaya veya çatlayıncaya kadar bu tavır devam etmiştir; müzik anlayışı “caz”a ulaşınca işler -hiç değilse biraz- değişmiştir.

Tıpkı “muhasebeci”lerin işletmelerdeki konumu  gibi, “davul” ve “davulcu” da diğer çalgıların ya da müzisyenlerin ayağının altında bulunan sağlam bir zemin olarak düşünülebilir. Bu anlamda, vurmalı çalgılar, gerek akışkanlığıyla gerekse kurgusuyla denge unsurudur. Kim ne derse desin ya da nasıl söylerse söylesin, bugün, etnik cazın varlığında, beğenilmesinde ve önemsenmesinde en önemli aktör “vurmalı çalgılar”dır.  

Caz müziğinin zaman içerisindeki değişimi ve açılımları incelendiğinde, melodi dünyasının dışına çıkarak armonik hesaplardan sıyrılıp “ritim cümleleri” kuran, sıralayan ve bir anlamda “çoşku mühendisi” olduklarına inandığım davulcuların önemi yadsınamaz. Ayrıca günümüzdeki popüler müziğin, elektronik müziğin ya da “clubber-trip”lerin  temelinde melodinin değil de ritmin bulunması önemli bir başka noktadır. Bu durumun -övünç sebebi olmasa bile- en azından  dikkat çekici olduğunu kerhen kabul etmek gerekiyor.

Konser kayıtlarını ve görsel caz arşivlerindeki fotoğrafları incelerken davulcuların senkoplar sırasındaki surat ifadeleri her zaman dikkatimi çekmiştir. Bileylenmiş, birkaç salise süren,  dengeyi bozmadan oluşturulmuş güzel bir kombinasyon ya da zamansız(aniden) bir duraksama(sus) dinleyicinin içindeki akışkanlığı veya vücudunun devinimini değiştiriyor. Çok eski bir dostum, “Davul çalarken kalbimin ritmi değişiyor!” demişti. Buna inanmamıştım, hâlâ da inanmıyorum. Ancak, dinleyicinin ezberinin bozulduğunu, gizli bir coşkunun yaşandığını da reddetmek mümkün değil. Örneğin, “Aziza Mustafa Zadeh”in “Dance Of Fire” adlı albümündeki sinerjinin etkisini göz önüne aldığımızda, enstrümanlar ile davul arasındaki kimyanın ya da iletişimin, bir anlamda kusursuz olduğunu görebiliriz. “Bana Bana Gel” adlı şarkıdaki davul solosunda Omar Hakim’in ağzından kaçırdığı ufak bir “bağırış” bahsettiğim coşkunun, tuşenin ve  zaman dışı parantezlerin  göstergesidir. Sıkı bir davulcunun da kayıt sırasında enstrüman üzerindeki kasnaklardan vazgeçip  ritimlerini stüdyonun duvarlarına, sandalyelerine taşıdığına, oralardan çıkacak sesleri duymak istediğine şahit oldum. Sanırım, caz davulcuları, notalar arasındaki boşluklarda tuşeyi güçlendirmeyi, o gizli coşkuyu nasıl yakalayacağını ya da  nasıl dengeleyeceğini düşünerek hayatını geçirmektedir.

Caz dünyasındaki davulculardan bahsetmek gerektiğinde, Art Blakey, Elvin Jones, Jack De Johnette, Billy Cobham, Omar Hakim önemsediğim ve davul cümlelerini zevkle dinlediğim isimlerdir. Bazı proje albümlerini  sadece bu davulcuların dahil olduğunu bildiğim için satın alırım. Michael Brecker’ın “Tales From Hudson” adlı albümünde, kontrbas ustası Dave Holland ile davulcu Jack De Johnette arasındaki kimyanın gizleri, bu müzikal cümlelerin alaşımı albümün ünündeki en önemli unsurdur. Steve Smith ve Dave Weckl gibi davul virtüözlerinin insanüstü davul cümlelerini,  zorlama bulmakla beraber zevkle dinlerim. Virtüözlerin gerilim içeren davul oyunlarını ve bazı anlatımları kaçırdığımın, algılayamadığımın da farkındayım.  Sanırım virtüözler gelecek nesillerin algısını düşünerek  çalıyorlar. Bu durumu yadsımıyorum —birilerinin  geleceği düşünmesi, sınırları zorlaması ve yeni yollar bulması gerekiyor. Steve Smith’in Aydın Esen’e eşlik ettiği “Timescape” adlı albüm geleceği düşünen, yeni yollar arayan bir deneydir. Bu anlamda, özellikle “Caz Fusion” gibi deneysel türlerde davulcuların öneminin iyice arttığını da göz önüne almalıyız. Serdar Ateşer’ in “Avdet Seyri” adlı projesindeki  davul performansıyla Turgut Alp Bekoğlu aklımdan hiç çıkmıyor. Bir de, şiddetle merak ediyorum; elitizm’i ve dirsek temaslarını bir kenara bırakıp Turgut Alp gibi gerçek isimlerden, caz davulcularından neden bahsedilmez? Bu konularda çeşitli söyleşiler, araştırmalar ya da çeviriler neden yapılmaz? Müzik dünyasını bir piyasa gibi gören, hatta piyasalaştıran  “sahibinin sesi medya kuşları” çeşitli çevrelerde ötmeye devam ediyor —Bu yüzden mi?…(İnşallah! Bu yüzdendir…)

Sonuç olarak, caz davulcularını müzisyen olarak görmeyen veya önemsemeyen çevrelere rahatlıkla şunu söyleyebilirim:

-Siz bu lakırdıları benim külahıma anlatın! Caz davulcusu coşkunun mühendisidir.

 


Ana Sayfa

İLETİŞİM İÇİN:
Msn: zaferyal@hotmail.com
Email: zaferyal@kuzeyyildizi.com
                                                                                                 
   Bu sayfa Zafer Yalçınpınar     tarafından 30 Ekim 1999 tarihinde hazırlanmıştır.Tüm yazıların ve fotoğrafların yayın hakkı Zafer Yalçınpınar'a aittir. Yazılar ile görsel öğeler, T.C. Telif Yasaları tarafından korunmaktadır. Yazılı izin alınmadan kopyalanması veya kullanılması hukuki sorumluluk doğurur.
Bu sayfa en iyi 600 X 800 çözünürlüğünde görünür