BAKIŞSIZ BİR KEDİ KARA
ECE
AYHAN
*
"LOBUTLAR"
ŞİİRİN KURGUSU
1982, Türk Dili
Dergisi |
(…) Ortadoğu’da tempo yavaştır. Ama çok hızlı
araba kullanırlar, sanırsın ki çok aceleleri var. Hayır, yoktur aslında,
adam eve hızla gidip, pijamaları giyip oturacaktır. (…) Ben İkinci Yeni için logaritmalı şiir
diyorum. Logaritma cetvel olmadan çözülemez. Biz genel dili değiştirdik,
grameri, setaksı değiştirdik. (…) Kerteriz noktası olarak Türk Dil Kurumu’nu
gördüler. Evet onun çok faydası oldu ama, tek başına değil. Biz bazı
sözcükleri hiç kullanmadık. Neden? Kimse düşünmedi bunu. Bugün 62
yaşındayım, hiçbir zaman güzel karşılanmadım ben ve başlangıçtan beri bu
böyle oldu. Hiç ödül falan da almadım. Tam bir dışlanma. Kötü ve başarısız
dediler. Haklı olabilirler. Ama ben bildiğim yolu
götürüyorum. (…) Şairler artık düşünür olmak zorunda. Ya bu
deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin. Olmazsan hapı
yutarsın. (…) Sen bu topluma “insan toplumu değil” dersen,
o toplum seni dışlar. Bunu biliyorum ben. Ben de istemezdim ama, bu böyle.
Biraz ileri gitmiş de olabilirim. Ama ben hayattan çekilmiş olsam, bir
başkası gelecek. Gelir. Bizim işlevimiz de bitti aslında. Yapılacak şeyi
yaptık gibi geliyor bana. Bayrağı diktik.Ayarlar, aymazlar. Artık bizim
dışımızda. Ece Ayhan “Öküzlemeler”, Sel
Yayıncılık |
Ece
Ayhan Şiirin
Bir Altın Çağı, Yky,1993, s.137 |
Ece Ayhan: Olsa da olur, olmasa da olur
diyorum… Bir eli yağda, bir eli balda olan insanlardan hiçbir şey olmaz.
(s.79) Ece
Ayhan Sivil Denemeler Kara,YKY, 2.Baskı,
2001 |
MOR KÜLHANİ 1. Şiirimiz karadır abiler Kendi kendine çalan bir davul zurna Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan Taşınır mal helalarında kara kamunun Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler 2. Şiirimiz her işi yapar abiler Valde Atik'te Eski Şair Çıkmazı'nda oturur Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler 3. Şiirimiz gül kurutur abiler Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın Taşınmaz kum taşır mavnalarla Karabiga'ya kaçan Gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler 4. Şiirimiz erkek emzirir abiler İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister Yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun Kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla Tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler 5. Şiirimiz mor külhanidir abiler Topağacından aparthanlarda odası bulunamaz Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir. Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler 6. Şiirimiz kentten içeridir abiler
|
(…) “Hiç değilse
tabutum uzun olsun” diyordu bir cüce. (…) “HİÇ BİRBİRİNE
ÇARPAN KUŞ GÖRDÜN MÜ HAVADA. AMA İNSANOĞLUNA
GELİNCE ÜSTELİK YERDE NELER
OLDUĞUNU BİLİYORSUN?” (…) Ece Ayhan Morötesi Requiem,
YKY,1997 |
(…)Zürih’ten trenle Paris’e gidiyorum. (…)
Önce Opera meydanına yakın yerde Türk Hava Yolları’nın bürosuna uğradım.
Enis Batur’a baktım, daha gelmemiş. Kalacağım otelin adını söyledim, oraya
telefon edilebilir. Enis Batur Zürih’e mektup yazmıştı, dergisi YAZI için
bir şiir istemişti benden. Bu yazışmadan biliyorum onu.(…) Enis Batur beni
aldı Art et Metier’deki evine, daha doğrusu stüdyosuna götürdü. (Paris’te
‘Stüdyo’nun anlamı başka akla yalnız resim, ressamlar gelmesin)
(…) Enis Batur’un evinde laflıyoruz. Ertuğrul
Özkök adlı bir genç geldi, Paris’te sanıyorum iletişim filan okuyor. Sonra
da Nedim Gürsel geldi. (Nedim Gürsel bana “Neden Zürih’ten Paris’e
‘indim’ diyorsun?” diye sordu. Bilmeden ‘inmek’ fiilini kullanıyormuşum
da. “Haritaya göre!” diyip geçiştiriyorum. Şairin işi bu dünyada çok zor
gerçekten. Herkes alıştığı sözdizimini istiyor, acaba haklılar mı?)
Neyse. Ertesi günü Nedim Gürsel geldi yine. Bizi
ufak arabasıyla Paris’te biraz gezdirecek. Önce Eifel kulesinin
dibindeyiz, yukarı çıkacağız herhalde. “Bırakalım bunu” diyorum “beni bir kahveye
götürün de iki çift laf edelim” Bir kahveye götürdüler beni. Sonra Doğu
Garı’nın karşısındaki köşede bir ‘bistro’. Enis Batur’la Nedim Gürsel bir
konuyu ya da bir düşünceyi tartıştılar,
tartışıyorlar. Sonra beni uğurladılar. Böylece Paris’e ilk
inişim bir gün falan sürdü. Ece Ayhan, Başıbozuk Günceler, s.91-92 , 1993,
YKY |
Ece Ayhan
— “Değilim
ki.” H.
V.— “Peki ama
neden?” E.
A.—
“Benim meramım başka bir şey aslında. Bakınız dünya şiirine, koşuk, ses,
hece, kafiye olayları vardır. Ama bende yoktur. Dikkat ederseniz
sayısaldır benim şiirlerim, hem de ağırdır.” (…) H.
V.— Şiirlerinizi verdiğiniz
dergilerden iyi para alabiliyor musunuz? E.
A.—
"Bu tür
dergiler hep amatördür.
Bu meslek haline gelmedi.
Cemal
de, Sezai Karakoç
da şiir
aşkına
çok
şey
yaptılar.
Sezai Karakoç'un emekli
maaşı
da yoktur." H.
V.—
Bildiğim
kadarıyla
sizin de emekli maaşınız
yok. Zor olmuyor mu H.
V.—
Sizi sıkıştırmak
mümkün
değil
yani? E.
A.—
"Hayır,
birşey
oldu mu göze
alabilirim, çünkü
biz oradan geldik. Cemal'le
Sezai Karakoç
yatakhanede sabahlara
kadar konuşurlarmış.
Hatta bîr
olay olmuş:
Cemal, Sezai ve ölen
bir arkadaşımız
vardı,
üçü işsizmiş. Köprüaltında
konuşmuşlar,
'Hangimiz iş
bulursak aylığımızı alınca
buraya geleceğiz'
demişler.
Ölen
arkadaşımız
işe
girmiş
ve gelmemiş Cemal’le Sezai iki gün
beklemişler.
Çok
şaşırmış
Cemal. (…) H.V.—
Bir söyleşiniz
sırasında Nâzım Hikmet için
kartpostal şairi demişsiniz.Doğru
mu? E.
A.—
"Ressamlar, müzisyenler
başka
ülkeye
gidebilirler ama şairler
dil içinde
yüzdüğü
için
olmaz. Nâzım
Hikmet 51 senesinde buradan
gitmek
zorunda kaldı.
Nitekim hapishaneden yazdığı
şiirler
çok
güzeldi. Fakat
gittikten sonra kartpostal şiirleri
yazmaya başladı.
Ben böyle
söyledim
Nokta Dergisi'ne ama onu
değiştirmişler.
Kartpostal şairi
demek başka
birşey.
Oysa ben bir dönemini
kastetmiştim.
Hazerfan Ahmet Çelebi hikâyesi
de böyledir.
Adam cambaz, uçtuğu
falan yok. Atlıyor,
Galata'nın tümseğinde
ayağını kırıyor. Ama efsaneler böyle
çıkıyor." (…) H.
V.—
Bir de şiirlerinizde
geçen
Çanakkaleli
Melahat'ın
kardeşiniz
olduğu
söylentisi
dolaşıyor
ortalarda. E.
A.—
"Öyle
birşey
yok. Benim çocukluğumda
vardı
o kadın,
çift kapılı
evlerde otururdu. Bir sokaktaki ev mühürlense,
yarım
saatlik gecikme ile diğer
kapıdan
çalışıyordu.
O dönem,
çok
ünlüydü.
Sonra buluşma evleri
yasası
çıktı
ama kadın
illegal çalışmaya
alışmış,
vermedi dilekçesini.
Pılısını pırtısını
toplayıp
Küçükçekmece'ye
yerleşti.
Zaten 70 senesinde de öldürüldü.
O bayağı
etkiledi beni. Berlin'de çöpler
arasında
uyuyan bir
kadın
vardı,
'Çanakkaleli
Melahat bu, herhalde düştü'
dedim. (…) E.
A.—
“Çünkü
şimdiye
kadar İstanbullu zengin
ailelerden çıkmış
şiir.
Türkiye'de
bir değişim
vardı
ve bunun şiire
vurması
bekleniyordu.
Ama bu hareket zengin akrabalardan beklenirken hiç
alakası
olmayan parasız
yatılılardan
çıktı.
Hiç
kimsenin bilmediği
taşralı çocuklar bunlar. Ben, Cemal,
Sezai Karakoç,
hem fakir bunlar, hem
parasız
yatılılar.
Pek beklenmiyordu ama oradan geldi." Ece
Ayhan Şiirin
Bir Altın Çağı, Yky,1993,
s.142,146 |
Ece
Ayhan—
Bütün
Cumhuriyet tarihinde şiir
yoktur. Unutulmuştur,
ıskalanmıştır.
Bunun sorumlusu, benim "sosyalbürokratlar"
olarak nitelediğim
insanlardır.
Bunlara "sosyaldemokratlar"
da deniyor. "Devletin
memurları"
da denilebilir. İşte
bu Poesium da, düzenleyenler
de, işin
başındaki Hilmi Yavuz ve Özdemir İnce
de tamamen bunun uzantısıdırlar bana kalırsa.Herkes
gördü
olan biten rezilliği.
Ben bu iki kişiyi
şair
bile saymadığımı
yazmıştım
geçen
yıllarda. Yeteneksiz, sıradan, güvenilmeyen
insanlardır
bunlar. Bunlar işte
o şiiri
ıskalayan
mantığın
devamcısı
olarak düzenliyorlar
bu şöleni.
Kesinlikle arızi
bir olay
değil
bu. Mesele, eskilerin
dediği
gibi, "Şair
şairi,
dilenci dilenciyi, çömlekçi
çömlekçiyi sevmez"
meselesi değil. (…) T.
A.—
Yanılmıyorsam
Poesium’a toplam iki buçuk şairin çağrıldığını söylediniz? E.
A.—
Evet, toplam iki buçuk
şair.
Dağlarca
ve Anday büyük
şairdirler. Onlar iki ediyor,
buçuk
da İlhan
Berk. İçlerinde
tek sivil şair
de o zaten.
Gerisi hep askeri şairdir.
Orta karar şairler...
Zavallılar
bile var. Şimdiden
katılmayacaklarını
açıklayanlar
oldu. Bir de katılacağım
deyip de
katılmayacaklar
olacaktır. T.
A.—
(…)Ece Ayhan şiiri üzerine çok az yazı yazılmış. Yazılanların çoğu da
aleyhinizde. Bol bol sövgü almış bir şairsiniz. Övgü yok denecek kadar
az. E.
A.—
Başka ne olabilir ki! Beni kafakola alamıyorlar. Şu anda bile –ki 60
yaşındayım- kafakola alamıyorlar. Bir beklentim yok. Bir şey istemiyorum.
Ev istemiyorum, rüşvet istemiyorum, para istemiyorum, ödül istemiyorum. Bu
güne kadar ödül almayan tek adamım ben. Ece
Ayhan Şiirin
Bir Altın Çağı, Yky,1993,
s.147,148 |
Sait
Faik Biraz haksızlık edildi
adama. Yapayalnız bırakıldı. Bir gün Nisuaz’da bir grup adama bir şeyler
anlatmak ister. Aslında edebiyat çevrelerine pek girmezdi ama, o gün orada
işte. Orhan Kemal, Sait Faik konuşmak isteyince şapkasını çıkarıyor Orhan
Kemal köylü kökenli olduğu için kapalı yerde şapkayla oturur, köylüler
kapalı yerde şapka çıkarmaz ya evet şapkasını çıkarıyor, “Sen şapkama
anlat” diyor, kendi konuşmasını sürdürüyor. Sait Faik dövünerek çıkıyor.
Bir şey de yapmıyor. Horlandı. (s.48) (…) Düşünce tarihimiz memurlar
dalaşıdır aslında. Ece
Ayhan Aynalı Denemeler, YKY,
2.Baskı, 2001 |
Yine Çengeköy’e geldik sonunda, yukarılarda
elektiriği ve suyu olmayan bir eski ev işte. 14 numaralı gaz lambası ışığı
iyidir. (…) Çengelköy’deki ev yıkılacak. Şimdiden çıkmam
isteniyor zaten. Demek gaz lambasıyla yaşamak bile olmuyormuş. Eh, sağlık
durumum da pek iyi sayılmaz. Almış yürümüş dedikoduların da bunda payı var
tabii.(Ki çoğu doğru değil, ama ne yapacaksın.) (…) Artık 64 yaşına bastık. Nice acılar çektik.
Tek böbrekle yaşıyorum şimdi. Kalp iyice büyümüş, güm! güm! göğüs kafesini
zorluyor. Bir tek sol kulakla duyuyordum, o da ağırlaştı. Şimdi de sağ dikili göz kanlandı,
kan oturan göz çok acıyor. Terslikler arka arkaya geliyor! (geçen yaz iki
ameliyat geçirdim, kulak kepçesinde büyüyen bir kanser uru,iyi huyluymuş
her nasılsa ve arkasından safra kesesi ameliyatı. Yani vartalar bende
gırla! Öyle ama sıfırı da her anlamda tükettik. Kalakaldık
mı? Ece Ayhan’ın Sevgi Özdamar’a yazdığı
mektuplardan…
|
(…) 1912’yi hatırlayalım. Paris.
Stravinsky’nin “Bahar Ayini” çalınmaktadır. Büyük çoğunluk beğenmiyor,
ıslıklar, yuhalamalar. Doğallıkla Stravinsky konserin sonunda yıkılmış
olarak Cocteau’yla birlikte bir faytona biner gider, buruşturulmuş olarak.
1913’te aynı yapıt, belki de aynı salonda çalınmış ve çok beğenilmiştir.
Ama Stravinsky’nin buruşuk kalıp kalmadığını bilmiyorum.
(s.10) (…) Bizde, İkinci Yeni’de, yani
sıkı şiirde “de” vardır. “De” ufaktır ama, aynı zamanda çok da büyüktür,
belki de biz sivil şairlerin bamtelidir. Biz aslında ayrıntı’yız. Ayrıntı,
bütünden büyük olabilir bizde. (s.12) (…) 25 yaşındaydım. Şiir ve
“trajedi”nin ancak “insan toplumları”nda geçerli bir şey olabileceğini;
ana niteliği çok yavaş değişmek olan bir “topluluk” içinde yaşadığımı;
“düşünce” serüveninin bile “memurlar dalaşı”nın yalın bir türevi olduğunu;
“adamın dedikleri ya doğruysa?” diyedir düşünmeksizin ve alelacele bir
“kötülük dayanışması”na girilebileceğini ben nerden bilebilirdim o
günlerde. Yalnız bu coğrafyada derin bir “toplumsal çatlak” olduğunu belli
belirsiz seziyordum o kadar. (s.50) (..) Yine uzun yıllar önceydi.
Üsküdar-Eminönü vapurunun yazlık bölümünde seyahat ediyordum. Birçok
satıcı gelip gidiyordu. İçlerinden birisi ise elindeki bir yazıyı
yolculara göstererek amacını gerçekleştirmek istiyordu ama nafile.
Yolcuların hiçbirinin ilgisini çekemiyordu. O sırada başka bir satıcı ona
doğru eğildi ve şöyle dedi: “Boşuna uğraşma, konuşmayana kimse para
vermez.” Bunları niye anlattım? Sağır
ve dilsizlerin dünyası görmeyenlerin dünyasından daha karanlıktır. “Körler
ses çıkarır çünkü ve sesi işitirler. Ses çıkarmak görmekten önemli.
Bilimsel olarak söylemiyorum ama insan ses ve öfkeden
ibarettir.(s.62) (…) Rüzgâra iyi bakmak lazım.
Bugün beni seviyorlar ama, sırf rüzgârdan. Rüzgârlar nasıl esiyor ve ne
zaman kesiliyor? Geçmişte karalandıysa ve bugün övülmek istemiyorsa
rüzgârdandır. Nâzım’ın aleyhinde konuşanlar, etkisinde kalmışlardır.
Altında ezilenler Nâzım’ı kınıyorlar. Tank gibi ezmiş adam.
(s.65) (…) Asım Bezirci’ye…
Tedavülden kaldırıldığını
bir türlü fark etmeyen eleştirmen arkadaş! Nasıl oluyor şu işler?
Anlatsana dinleyelim? Hem halkın önünde duruyor eleştirmenler, hem
kendilerine ateş edilince eğiliyorlar! Sonra da halka dönüp, “bak aziz
okuyucu milleti sana ne hakaretler, ne ağır laflar ediyor,”
diyebiliyorlar.(…) Bir kere sizin halk
sözcüğünden muradınız, tedavisi olmayan bir karıştırma sonucu, sadece
emlak sahipleridir.(…) Toplumsal koşullar üzre
şiirle toplum arasında öyle aşksız bir bakışım, simetri bizim görüşümüz ve
alışkanlığımız değildir! Bu olgunun varlığından hangi sonuç çıkar? Hemen
söyle? Var elde bir: Asım Bey arkadaşımızın diktanın en iyi eleştirmeni
olduğu! Darılmaca yok, kuyu senin
kuyundur. (s.72,73) Ece
Ayhan Sivil Denemeler Kara,YKY,
2.Baskı, 2001 |
Ece Ayhan: Bu yaşadığımız (gerçekten
yaşıyor muyuz bilmem?) aritmetikli tarihte, bu uslu coğrafyada ya da. Peki
sen bir kedi olsan ne kedisi olurdun Ömer? Dikkat et ben bir sokak
kedisiyim ha! Ömer Uluç: Ben olsa olsa sarhoş bir
kedi olabilirim. Beni bu dünyada en çok meyhane ya da bar garsonları
tanır. s.(10) (…) Bugünlerde gazeteler
kurnazlıkla Kamu İktisadi Teşebbüsleri devlete kamburmuş diye yazıyorlar.
Oysa ve ama kimse ayağa kalkıp da ‘devletin biz insanlara kambur olduğu’nu
belirtmiyor.(…) Kendisini şiir kâhyası kılan Mehmet H. Doğan 10 yıldan
beri çıkmakta olan Beyaz’ı almıyormuş, Turgay Özen’in, Mustafa Irgat’ın,
Sami Baydar’ın şiirlerini yıllığına koymamış.
s.(20-21) (…) Ben şiirde ecza var mı yok
mu ona bakıyorum. Ama sonuna hiç kimseye kefil olamam. Kendime bile kefil
olamam. O bilinmeyen, kimyasal bir şeydir. s.(39) (…) Özgünlüğü, amuda kalkmak
sanıyorlar. Oysa olduğu gibi, alçakgönüllü davranmak asıl özgünlük.
Yükselmek için, sevilmek için çaba göstermedik. Bizim öyle bir derdimiz
yok. Şiirleri, görüşleri, düşünceleri dolaşıma atmak önemli.
(s.40) Ece
Ayhan Aynalı Denemeler, YKY,
2.Baskı, 2001 |
Binlerce ama yüzbinlerce güneye göçen
çıkınsız ve koca kafalı göçmen kuşu yeni çatılmış köprüden ve onun denize
düşen gölgesinden dehşetli ürkmüşlerdir. Ve köprünün altından bir türlü
geçemiyorlardı. Eski milyonlarca yıllık babadan kalma göç yollarında sanki
kollarını ve bacaklarını yana açmış kapkara bir
canavar! Kuzeyden gelen kuşlar orada dönenip
duruyorlardı. (Dönmek değil dönenmek. Yani kısır döngü.) Durmadan da yeni
gelen akrabaları eski arkadaşlarına ekleniyordu. Belki onbinlerce
yüzbinlerce kuş olmuştu orada. Bir o yana, bir bu yana döneniyorlardı ama
kesinlikle hiç birbirleriyle çarpışmadıklarını fark
ettik. Ece Ayhan Poelitika, Haz: Eren Barış , Ortadünya, 2007,
s.183 |
Ne türden olursa olsun, gerçek şiirin, çağdaş
toplumlarda, öyle “ayrılmış” bir yeri filan yoktur, söylenenlerin, yalanla
başlayıp yalanla bittiği dillere destan olmuş bütün bayram demeçlerinin
aksine. Eh, toplumuna göre değişebilir biraz bu, kötülüğün
koyuluğundan, iyiliğin açıklığına kadar —iyilik de, olanaksızlığın
iyiliğidir. (…) Tekin değildir şiir pek, iyi gözle bakılmaz ona,
taş atar durup durduğu yerde çok dalgalara; çünkü şiir, bir yerde,
gerçeğin de yedilmesidir; yani, ortaya konuşuyorum, şiir gerçeği
yeder. İşte böylesi bir olumsuz yeri vardır şiirin
toplumlarda. Sonuçlayarak diyebilirim ki, bir toplumda yeri olmayışı onun
yeridir. (…) Ece
Ayhan Yeni
Dergi, Ekim 1970, Sayı: 73
Ece Ayhan: Yalnız ‘Sıkı Şiir’de değil, bütün tarihte “şiirin
kâhyası” çoktur galiba? Cemal Süreya: Evet, şiirde kâhya sayısı şair sayısından fazla.
Herkes şiirden anladığını sanıyor. İşin ilginç yanı, bir noktaya kadar
anlıyor da. Herkes ressama, müzisyene hayran; onların işine karışmıyor.
Ama tutup şaire yol gösteriyor. Bunun iyi yanı da yok mu? Şiir ülkemizde
herkesin işi olmuş. Şiir üzerine laf yürütenler sevimli değnekçilerdir.
İşlerini açıktan açığa yaparlar. Bir de senin dediğin “gizliden gizliye
kâhyalar” var. Onların sayısı çok az be! (...) Ece Ayhan: Caz? Cemal Süreya: Şiirimi şöyle özetlemeye kalkıştım bir
ara; “Güneşten yırtılmış caz,
kavaldan dökülen gökyüzü” Tabii, bir yakıştırma bu,
yaklaşık bir laf. “İkinci Yeni” kaç kez
defnedilecek yahu! (...) Ece Ayhan: Müzik? Ben şiirden değil müzikten
geliyorum. Cemal Süreya: Güneyde küçük bir koy var. Biri oraya şavklı
mahşer otobüsleriyle gitmişti. O koy, o otobüsler, o şavk hayatın özüdür.
Müzik daha da özüdür. (...) Ece Ayhan: Türkiye’de şiirler sessiz çekilir. Ses sonradan
(masada) eklenmiştir şiirlere. (1990)
Şiirin Bir Altın Çağı, YKY, 1993,
s.165 Ece
Ayhan: Bakın bir örnek vereyim. Vaktiyle ya herru ya merru
diyerek Zürih'ten Türkiye'ye döndükten sonra menenjit oldum.Bir arkadaşla
Boğaziçi köprüsünde gidiyoruz. Sultantepe'de balkonda otururken şiir
ekseninde düşünürdüm, karşıya geçen motorlardaki balonculardan para
alıyorlar mı diye. Tam köprüden geçiyoruz bir yandan kusuyorum menenjit
yüzünden, bir yandan da baloncuları soruyorum arkadaşa.Yani dün ve bugün,
hastalıkta ve sağlıkta hep şiir düşündüm ben. (...) Sizler, benim
anladığımca, çok büyük çoğunluklar, kalabalıklar yani, hep kestirmeden
gidiyorsunuz; bu çürük çarık akıl yürütmelerinizle de, öyle görünüyor,
gideceksiniz de. Bu helal yollarda, bu yanlış değer yargılarına
dayandırılmış yöntemlerle 'gerçek' nasıl bulunabilir, bulunamaz ki. Her
alanda insana çok büyük yanlışlar işleten şu (içinde belirli bir
kurnazlığı da bulunduran) 'algı ortalaması' bizim bu topluluk'ta nelere
patlıyor, anlamıyor musunuz? Bir masal
kurulmuş!(s.10) (...) Aşağı yukarı 28-29
yıldır şiirler yayınlıyorum. Eleştirmenlerin yazdıkları yayın
kitaplarıında adım hiç geçmez ya da geçerse şöyle bir değinilir; derledikleri
seçkilerde antolojilerde de şiirlerim yoktur (geniş oylumlu, hemen her
şairin olduğu seçkilerde bile benden pek az şiir alınır.) Çeyrek yüzyılı
geçen bir zaman sürüp giden bu olumsuzluklar insanın belirli bir yargıya
varması için ölçüt olmayabilir ama nedendir? diyedir düşünülmesi gerekir.
51 yaşımdayım, kendimi avutamam avutmayacağım da hiç... Kısacası 'kahir
ekseriyet' şiirlerimi beğenmemiştir; bunlar bana sözle de 'önemsiz',
'sıradan' şiirler yazdığımı söylemişlerdir. (s.15) (...) Anadolu Ortaçağı!
İşte tam da burada duruyoruz. Adına ben düpedüz bir "kötülük toplumu'
diyorum bunun. Böylece nitelenmiş topluluklarda 'Dallas' gibi dizi filmler
ilgi görür görebilir.(s.17) Ece
Ayhan Dipyazılar,
YKY,
1996 İlhan Berk: (...) Sen şiiri tersinden
yazıyorsun; sende bir gemideki fareler, gemiyi bırakmaz, gemi fareleri
bırakır; deniz çekilmez kara bırakır denizi; kuşları tutmaz çocuklar,
koyverirler, ama kendileri gelip ceplerine girer çocukların, v.b. 'Müesses
nizam'ı ters yüz etme vardır sende, bunu hep düşünmüşümdür; neden bu başın
ayak, ayağın baş olması? Şaşırtmadır şiir, ilk vurucu öğe odur. Bunun için
mi bu şiiri tersinden yazman?
Ece Ayhan Ece Ayhan: Türkçe’nin bütün zamanlarında,
açıktan koyuya doğru, sıkı şairler de oldu olmuştur, kuru şairler de hep,
ayrıca kurusıkı da. Ece Ayhan Kardeşim Akif, (...)Geçmişteki o konunun üzerinde çok durduğum sanılabilir
ama bu da değil. O onursuz yaratıkları çirkinliği ilkelliği (...)
kovalamamın iki temel nedeni var, biri 1981 Şubat’ı sonlarındaydı,
Eceabat’ın Yalova Köyü, ben artık ister istemez Ankara’ya döneceğim, ama
35 kiloya düşmüş annemi köyde bırakmak istemiyorum, hiç param pulum,
belirli ufak bir olanağım olmadığı için kadını bir kente Ankara’ya
İstanbul’a götüremiyorum, bir çeşit umarsızlık, köyden de İstanbul’daki
Ankara’daki eski arkadaşlara bir iş bulabilir miyim? diyedir yazdım ama
hiç karşılık alamamıştım.. uzatmayayım, bir-iki gün sonra Ankara’ya
döneceğim Mülkiyeliler Birliği’ne, annem bana şunu demişti, aşağı
yukarı aynen “ben de insanım, hakkımı hakkımızı yere koyma, onların
arkasını bırakma..” ve bana (ben Zürih’deyken annem benim Çubuklu’daki
evimde oturuyordu) bildiğim ama ayrıntısını bilmediğim bir-iki olayı da
anlattı O. ve G. Üzerine (o zaman ikisi de komşumuzdu); öteki de şu,
biliyorsun kim kime dum duma bir garip ortamda yaşıyoruz, insanlığa aykırı
şeylere, olumsuzluklara bile yazın çevresi de toplum da hiç aldırmıyor,
benim zaman zaman ‘Mekik’, zaman zaman ‘temel nitelik’, zaman zaman da
‘kötülük dayanışması’ dediğim olguları biliyorsun, böyle bir ortamda temel
niteliği bu genel geçerliliği vurguluyorum ki, az ya da çok izler kalsın
kalabilsin. Sen mektubunda son, güzel bir şey yazmıştın,’hafızayı beşerin
nisyan ile malul’ olduğu üzere; bu toplumun temel bir niteliği de evet
unutmaktır, ‘belleksiz bir toplumdur’ hem de her alanda da. Biliyorum ben
bir başıma bellek yaratamam, ama sergilemeyi sürdüreceğim
içyüzleri. Ece Ayhan |
|
|
Bakışsız Bir
Kedi Kara - ANASAYFA
Zafer
Yalçınpınar - ANASAYFA