Yaşamı Yansıtan Aynalar, Günlükler
Edebiyat
ve sanat dünyasından tanınmış kişilerin kaleminden günü gününe yazılan
günlükler, tüm gerçekliğiyle
yaşamı yansıtan birer ayna
olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Günlükler, yazarlarının iç dünyasını
kurgusuz bir biçimde sergileyerek günlüğün sahibine ilişkin ayrıntılı
bilgilere birinci elden ulaşmamızı sağladıkları gibi, yazıldıkları dönemin
önemli olaylarına ilişkin tarihsel belgeler olarak da önem kazanırlar.
Günlük
isimli yazın türünün tarihsel gelişimini ve geçirdiği evreleri incelemek
istediğimizde bu yazın türü için iki ayrı dönem olduğunu fark ederiz. Bu
dönemlerden ilki günlüklerin edebi bir nitelik kazanmasından önceki dönemdir. Tarihte ilk defa Romalılar
günlük kullanmıştır. Edebi içerikten yoksun, bir takım kamu kuruluşlarında
yapılan işlemlerin unutulmaması amacıyla tutulan ve “commentarii” adıyla
anılan bu ilk günlükler, duygusallıktan uzak notların kabaca birleşiminden
oluşmaktadır. Tarihte, bu çeşit günlüklerin savaşlar ve askeri hareketleri
not etmek amacıyla kullanıldığı da görülmüştür. Edebiyat değeri taşımayan bu
günlükler şüphesiz tarihçiler için önemli kanıtlardır, fakat içtenlikten
uzak ve sıradan notların bir
çeşit üstünkörü birleşimi oldukları için edebi açıdan değer taşımamaktadırlar.
Günlükler -Leonardo De Vinci’nin
bilimsel notlarını saymazsak- edebi değer kazanmaya ancak Rönesans sonlarına
doğru başlamıştır. 1768-1840 yılları arasında İngiltere Kraliçesinin
nedimesi ve roman yazarı olan Fanny Burney, saray dedikodularına ve pek çok
olaya kendi duygusal izlenimlerini ekleyerek yazdığı günlükle İngiliz
edebiyatında önemli bir yere sahip olmuştur. Fanny Burney’in günlüğünün ilk
satırlarında karşılaştığımız şu sözlerde günlüklerin edebi içerik kazanması ve zamanla
karakterlerinin değişimi açıkça
ortaya çıkar:
“Düşüncelerimin, yaşantılarımın,
tanıdıklarımın, hareketlerimin hikayesini, zamanın hafızadan daha çevik
davrandığı saate elimde bulundurmak istemem beni günlük tutmaya zorluyor. Bu
günlüğe her düşüncemi geçirmeliyim, tüm kalbimi açmalıyım.”*
19.
yüzyılın ortalarına doğru, romantizm akımının en yoğun dönemini yaşamasıyla
birlikte günlükler, edebi değeri ve içeriği
bakımından çoğalmaya, yaygınlaşmaya ve yazarlarının iç dünyasını yoğun duygularla yansıtmaya
başlamıştır.
Günlüklerin edebi değer
kazanmasıyla başlayan ve günümüzü de içeren ikinci döneme ait eserler
incelendiğinde içerik ve anlatım açısından iki çeşit günlük olduğu
görülmektedir. Günlükleri sahip oldukları içerik açısından ayırt etmeden
önce anı yazılarıyla
aralarındaki farklarını belirtmekte fayda var diye düşünmekteyim. Gerçekte
anı yazıları bir çok özelliğiyle günlüklere benzemektedir. Anılar,
yazarların yaşlılık çağlarında yazdıkları ve yaşamları boyunca
karşılaştıkları olayları nesnel bir şekilde ortaya koyan yazılardır. Üstelik
anı yazılarının anlatım açısından kurgusal niteliklere sahip olduğunu da
söyleyebiliriz. Günlükler ise daha öznel, derin, içten ve ruhun
derinliklerinden kopup gelen kurgudan uzak yoğun düşüncelerin
toplamıdır.
Edebi
değer taşıyan günlükleri içerikleri açısından incelediğimizde
karşılaştığımız iki türden ilki ruhsal çözümlemelerle dolup taşan, yazarın
içsel karmaşasını yada
dinginlik arayışını sayfalara döktüğü, monologlarla ifade edilmiş
yoğun metinlerdir. Bu metinlerde yazarın yaşadığı duygusal coşkunluğu
bulabileceğimiz gibi, çeşitli kavramlar hakkındaki düşüncelerin yazarın
bilincindeki açılımlarını da bulabiliriz. Bu gibi metinler edebiyat dünyasında
“içe dönük günlükler” adıyla anılmaktadırlar. Stendhal’ın günlüğü bu
metinlere örnek gösterilebilecek niteliktedir. İçe dönük günlükler
deyişiyle anlatılmak istenenler
Stendhal’in günlüğünden yaptığım aşağıdaki alıntıyla daha da
netleşecektir:
“Nosce te ipsum, kendini tanı. Benim bu
amaçla kullandığım araç, bu günlük… Günlüğüm, varlığımın durumunu kesinlikle
ve sadakatle yansıtmak amacını
güdüyor. Olanları ne iyi göstermeye çalışıyor, ne de olduğundan kötü. Yer
aldığına inandıklarımı apaçık, kesin, düpedüz anlatıyor, o kadar…Bilincimin
gizli ve derin taraflarının yazıya dökülmüş şeklidir bu
günlük…”*
Bu
alıntının son cümlesinde geçen gizli kelimesinin üzerinde durmak gerekir.
Çoğu yazarın açığa çıkması ahlak açısından mümkün
olmayan mahrem düşüncelerini ve eylemlerini, günlüklerine oldukları
gibi geçirdiklerini
görebiliriz. Bu duruma en iyi örnek edebiyat dünyasında çok önemli bir yere
sahip olan Rus yazar Alexander Sergeyeviç Puşkin’in “ Gizli Günce” sidir.
Düello sonucunda öldürülmesinden (1836-1837) bir sene önce, şifreleme kullanarak yazmaya
başladığı bu günlük, müstehcen deneyimlerle, bitmek tükenmek bilmeyen aşk
kumpaslarıyla doludur:
“(…)Hayat ya huzuru, ya da özgürlüğü
verir. İkisi yan yana olmaz. Huzur alçakgönüllü bir şekilde teslim olmayı
gerektirir ve bu huzurun özgürlükle bir ilişkisi yoktur. Özgürlük tutkum,
beni içinde huzurun bulunmadığı sonu olmayan ilişkilere sürüklüyor. (…) Eş
ve sevgili arsındaki fark, eşinizle şehvet olmadan yatağa gitmenizdir. (…)
N.’nin sosyetedeki başarısı arttıkça, sosyetedeki daha çok kadın beni taciz
ediyor. Bana teslim olmak onları olduklarından daha güzel gösteriyor. Çünkü
benim onları karım gibi bir güzelliğe tercih ettiğimi görmek onları kendini
beğenmiş bir hale sokuyor.(…)”*
1947
yılında Nobel Edebiyat ödülüne layık görülen ünlü Fransız yazarı Andre
Gide’in 1889-1949 yılları arsında tutuğu günlük, edebiyat dünyasına romanlarından daha büyük
bir ilgiyle karşılanmıştır. Andre Gide, iki bin sayfayı aşan bu uzun
günlükte öz benliğiyle hesaplaşmasını,
çalışmalarında uyguladığı disiplini, çeşitli olaylar yada eserler
hakkındaki düşüncelerini ve Teolojik çıkarımlarını büyük bir içtenlikle
anlatmıştır:
“(…) Hıristiyanlığın esas niteliği,
nefsinde bir takım savaşlar hayal etmektir. Fakat kısa bir zaman sonra bunun
neden gerektiği pek anlaşılmaz olur… Çünkü sonunda yenilen kim olursa olsun,
ezilen hep insanın kendinden bir parçadır. İşte gereksiz bir yıpranma. Bütün
gençliğimi belki aralarında anlaşmayı tercih eden , kendimin iki parçasını ,
bir birine karşı koymakla geçirdim. Savaş aşkıyla mücadeleler hayal ediyor,
tabiatımı ikiye bölüyordum.”
Andre
Gide’in içe dönük günlüğünde, felsefi anlam taşıyan
söylemlerin yanı sıra kendine ve dostlarına yol göstermek amacıyla yazılmış
“pusulalar” isimli bir bölüm bulunmaktadır. Günlüğün genelinde o dönemin
popüler felsefi akımı olan “varoluşçuluk” ve bu akımın içerdiği “nedensiz
eylem” ile ilgili düşünce düzeneklerinin, akımın genel karakterini oluşturan
çeşitli argümanların izini görebilmemiz mümkündür:
“(…)Her hareket sebebini ve sonucunu
kendinde bulmalıdır. İyiliği veya kötülüğü bir mükafat karşılığı, sanat
eserini bir maksatla, sevişmeyi para için, mücadeleyi para için yapmamalı;
fakat sanatı sanat, iyiliği iyilik, kötülüğü kötülük için; sevişmeyi
sevişmek için ; mücadeleyi mücadele, yaşamayı da yaşamak için yapmalı.(…)”
İçerik
açısından incelendiğinde karşımıza çıkan ikinci günlük çeşidi “dışa dönük”
günlüklerdir. Bu tip günlüklerde yazarlar, alaycı bir tavırla dönemin olaylarını, siyaset
adamlarını ya da gündelik sıkıntılarını öykü tekniği kullanılarak
anlatmaktadırlar. Bu günlükler
anı yazılarına yakınsamakla birlikte, yazarın duygusal ve ruhsal
çözümlemelerinin uzağında kalmaktadır. Ünlü ressam Paul Gaugin’in o dönemde Fransız kolonisi olan
Markiz adalarında yazdığı günlük, dışa dönük günlüklere örnek olabilir.
Bu günlükte özellikle Markiz adalarının insanlarına ve değişik özelliklerine
ilişkin notlar ve hikayeler bulunmaktadır. Bu hikayelere ek olarak dönemin
ressamları ve eserleri hakkında sanatsal yorumlar, resim tekniğinin incelikleri, üçüncü şahısların bu
metinleri okuyacağının bilincinde olarak yazılmıştır:
“(…) Biz Avrupa’dakiler markizliler ile
yeni Zelanda’daki Maoriler arasında yaygın, çok gelişmiş bir süsleme
sanatının varlığından habersizizdir. Sanat eleştirmenlerimiz bunların tümünü
Papua sanatı başlığı altında topluyor, hataya düşüyorlar oysa. Özellikle
Markizli’de benzersiz bir süsleme anlayışı vardır. Markizli’ye en hantal
geometrik şekli taşıyan bir nesne verin, o bütününde uyumu yakalamakta, göze
hoş gelmeyen boşlukları doldurmakta hiç zorlanmayacaktır.”*
“(…) Gençleri keşfetme yönünde ilahi bir
yeteneği olan Degas, her şeyi bilirdi ama bilgi eksikliğini kusur diye
saymazdı. Kendi kendine, ‘Daha sonra öğrenir’ der, karşısındakine de iyi bir
baba gibi, başlangıçta bana yaptığı
gibi davranırdı.(…)”*
Öykücümüz Tomris Uyar’ın
günlükleri de dışa dönük
niteliğe sahiptir. Yaşadığı hayat kesitlerini, çeşitli konulardaki
izlenimlerini öykü tekniği ve zengin betimlemeler aracılığıyla günlüğüne
yansıtmıştır:
“Kınalar köyüne giderken bir boğaz
vardır. Her yaz bir kere uğramadan edemediğim bir yer, bir çeşit
<<yılın nirengi noktası>> benim için. Bu yıl bahar selleri
yüzünden suları artmış boğazın. Eskiden üstüne çöktüğümüz taşlar, arkasında
giyinip soyunduğumuz çınar, silinip gitmiş. Su, kayaları tarayarak inmiş
aşağılara, koca parçalar kopararak tabanına yığmış, ağaçları köklerinden
söküp ters çevirmiş.”*
Türk
edebiyat tarihi düşünüldüğünde, Divan edebiyatı döneminde tutulan “Ruzname”
isimli savaş notları ile Evliya Çelibi’nin “Seyahatname”si tam bir günlük
niteliği taşımasa da içerdikleri bazı bölümlerle bu yazın türüne
yakınsamakta ve tarihimizdeki ilk günlük örneklerini
oluşturmaktadır. Asıl olarak günlüklerin, batı edebiyatındaki biçim ve
içeriğiyle Türk edebiyatında yer alması Tanzimat dönemine denk gelmiştir.
Direktör Ali Bey’in “Seyahat Jurnali”(1897) adlı gezi kitabı batıdaki
anlamıyla Türk edebiyatında görülen ilk günlüktür.
Günlükler ,1950 yılında Nurullah Ataç’ın bir gazetede günlük yazıları
yazmasından ve yoğun ilgi çekmesinden sonra önem kazanmaya başlamıştır. Nurullah
Ataç bu yazılarına başlık olarak “Günlük” yerine “Günce” deyişini kullanarak
bu deyişi yazın hayatımıza kazandırmıştır. Nurullah Ataç’ın günceleri içe
ve dışa dönük içeriğin uyumlu
bir sentezi olarak edebiyat dünyasına bu türdeki en bilinen eser olarak
geçmiştir.
Türk edebiyatındaki en seçkin günlüklerin başında Oğuz Atay’ın
günlüğü ile Cemal Süreya’nın “Günler” adlı eseri gelmektedir. Oğuz Atay
-tıpkı romanlarında olduğu gibi- bilinç akışı tekniğini ve karmaşık iç
dünyasını günlüğüne yansıtarak, içe dönük günlük türünün edebiyatımızdaki en
derin örneğini bizlere sunmuştur. Günlüğünde, yazmakta olduğu romanın oluşum
sürecini, karakterlerin ve olayların seçimi üzerine çalışmalarını, tüm
titizliğiyle aktararak günlüğünün bir çeşit edebiyat laboratuarı olarak
değer kazanmasını da sağlamıştır. Roman türünün kurgu sürecinde içerdiği tüm
zorlukları ve bu zorlukların üstesinden gelebilmek adına yazarın verdiği
mücadeleyi Oğuz Atay’ın
günlüğünde görmekteyiz. Aşağıdaki alıntı Oğuz Atay’ın karakter yaratırken
günlüğüne aldığı notlardan kısa bir parçadır ve yazarın kurgu sürecini
açıklamak adına güzel bir örnektir:
“(…)Hikmet ve Sevgi’nin hikayesinde,
daha çok Hikmet anlatacak. Sevgi’nin konuşmalarını hatırlayacak.
Çocuklukları, aileleri, yaşadıkları ortam ve birbirleriyle karşılaşmadan
önceki düşünceleri ortaya çıkacak. Şehir ve yer isimleri gene uydurma
olmalı. Taşrada yetişmiş olacak ikisi de. Aileleri arasında benzerlikler
var.(…)”
“ Sevgi, insanlarımızın “irrational” ve
”çocuksu” yorumlarıyla ortaya çıkan yönünün temsilcisi. Bir de çocuksu
gururu ifade edecek bir tip olmalı. Sevgi’nin ya da Hikmet’in bir akrabası. Adı
Erol olsun. Bir kadın daha. Toplumun sağduyusu ve batıya yakın bir tip.Gene
de mahalli.Tutucu. Kitabın tek gerçeklere yakın kahramanı. Adı:Bilge (…)”*
Bu kısa
inceleme yazısına beğenerek okuduğum ve Türk şiirinin en önemli, en büyük
isimlerinden biri olduğuna inandığım Cemal Süreya’nın “günler” adlı
günlüğünden yaptığım bir alıntıyla son vermek istiyorum. Cemal Süreya’nın
günlüğünde yer alan aşağıdaki sözler, günlük türünün gelişmesi ve yaygınlık
kazanması adına daha büyük bir titizlikle ele alınması, incelenmesi
gerektiğinin en önemli kanıtıdır:
“Yazdığım nedir? Yazmam gerektiği için
mi yazıyorum? Öyle bir gerek gördüğüm için mi? Yol arıyorum, ama zaman zaman
yolumu yitirmeli de değil miyim? Günlük- mektup- deneme- hayat öyküsü- anı-
polemik karışımı bir şey bu benimki. Günlüğün kişisel günlük olabilmesi için
hayat öyküsünün uç sınırında devinmesi, derin ben’e iniş yapması gerek.
Yapıtlardaki gibi gerçeği yeniden kurması değil, hayatın kesikliğinde var
olması gerek”*
Zafer
Yalçınpınar
29 Haziran
2002
*
Kaynakça:
Türk
Dili, Sayı 127, Günlük Özel
Sayısı, 1962
A.S.Puşkin, Gizli günce, Çivi Yazıları,
2000
Andre
Gide, Günlük, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,
1962
Paul
Gaugin, Mahrem Günlük, İthaki Yayınları, 2001
Tomris
Uyar, Gündökümü 75, Koza Yayınları, 1976
Oğuz
Atay, Günlük, İletişim Yayınları, 1987
Cemal
Süreya, Günler, Yapı Kredi Yayınları, 1996
Zafer Yalçınpınar