“Fazla gevezelik etmeyeceğim; olup biteni, olduğu ve bittiği gibi
anlatacağım.”
Adadaki evimizin her zaman için tamire muhtaç bir tarafları olmuştur.
Bu evi, dedem ve büyük amcam kendi elleriyle yapmışlar. Dedem marangoz,
amcam da kalıp ustasıymış. Ev inşa edilirken babam sekiz yaşındaymış ve
onlara “getir götür” işlerinde yardım edermiş. Bazen de küçücük eline çekici
alıp, bükülmüş çıkma çivilerini düzeltirmiş. Artık amcam da dedem de
toprağın altındalar ama bu ev hâlâ ayakta duruyor.
Yapan ölüyor, yapılan devam ediyor.
***
Şimdi, babamı izliyorum. Artık kırk yaşında ve Ağustos ayının
kavurucu sıcağının altında evimizin ahşap cephesini onarıyor.
Merdivenin tepesine çıkmış, çürümüş bölgelerin ölçüsünü alıyor, bunlara göre
kontrplaklar kesiyor ve daha sonra onları monte ediyor. Ben de merdivenin
dibinde durmuş sonsuz bir hayranlıkla onu seyrediyorum. Sekiz yaşımdayım.
Babam, bir ara, “Git, aletlerin bulunduğu dolaptan keseri getir
bana!” diyor. Koşarak ardiyeye gidiyorum. Dolabı açıyorum ve aletlere
bakıyorum. Keserin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. Ancak, tahmin
edebilirdim. “Uzunca, keskin bir şey olmalı” diye düşünüyorum. Bir türlü
emin olamıyorum. Sonunda bir karar veriyorum: “Keser” olabilecek aletleri,
üçer beşer, ardiyeden dışarı -merdivenin yanına- taşıyorum. Yedi ya da sekiz
sefer gidip geliyorum ve hepsini babamın görebileceği bir yere diziyorum. O,
sessizce, merdivenin tepesinden
beni
seyrediyor.
İşim bittiğinde, nefes nefese babama
soruyorum:
“Hangisi keser?”
Babam gülümsüyor.
***
“Sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. Yaz
başıydı; ben bahçede oturmuş rakı içiyordum; sen de —galiba mutluluktan—
koşuşturup duruyordun. Sana, yarı şakayla, “Haydi bakalım —bana erik getir”
demiştim. Koşup gitmiştin: Bahçede bir erik ağacının olduğunu biliyordun.
Epey sonra (hatta, biraz daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim),
alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin: elinde bir külah: Manavdan,
harçlığının son kuruşuna kadar vererek aldığın
erikler…
Ağaçta erik yoktu; ama Baban senden erik istemişti… —Ne yapabilirdin
ki…
Yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın —işte seni insan yapan
da bu.
(…)
Buna, seni öylesine etkileyene, ve o yaptığını yapmak istemeni
sağlayana, onu yapacak gücü sana verene, “sevgi” adının takıldığını
işitmişsindir, bol bol — herkes ondan sözeder; o “Erik yok” diyenler de
kullanırlar bu sözcüğü. Ama biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden
isteyenler pek azdır— sahiden arayanlar daha da az…
—Bulabilenler…”
(…)
İnsanların, “Çok yakın dostumdur” dedikleri kişilerle ilgili neler
yapabildiklerini— ve neler yapmayabildiklerini, parmaklarını bile
kıpırdatmaya yanaşmayabildiklerini, biliyorsun— Bu da bir başka erik
hikayesi…”
***
Şimdi, meseleye bu taraftan bakınca her şey daha açık görünüyor.
Zaten, ustam bana güvenmişti; kalemi eline alıp Zilif’i yazarken
onun sırrının farkına varabileceğimi hissediyordu.
Bazen dünyaya tersten bakmak gerekiyor. Bir şeylere sonundan
başlamak, yazılanı tersten okumak… Belki bu şekilde yaşamla aramızdaki
anlaşmazlıkları bir süreliğine giderebiliriz.
Şimdi daha iyi anlıyorum.