"Ben" Üzerinden Günümüz Öyküsü
Ben,
kendimi düşünüyorum. Hep yapıyorum
bunu. Rastgele ve çalakalem, bir çapari oltasıyla balığın bulunduğu
derinliği(suyu) aramak gibi bir aşağı, bir yukarı kendimi düşünüyorum. Ve
bir yerlere geldiğimde, ulaştığımda –bu yürüyüşün bir noktasında– işler
içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. O zaman başkalarını düşünmem gerekiyor, bir
kerteriz arıyorum, şöyle ki; nasıl davranırlar, nasıl düşünürler, nasıl
yazmam gerek? Daha doğrusu başka birilerinin yanından kendime bakmaya
çalışıyorum. Bir ressamın üzerinde çalıştığı tuvalden uzaklaşıp çizdiği
figüre göz atması ya da bir profesörün tahtaya yazdığı denklemi tekrardan
incelemesi, sınaması gibi “karşılaş”tırıyorum ya da “yüzleş”tiriyorum bir
şeyleri. Konum değiştiriyorum, kime yakın duracağımı, kimden uzaklaşacağımı
belirliyorum, lakaplar arıyorum, kıyafetler, bakışlar, davranışlar,
duygulanımlar ve tabii ki bir tane de “mihenk taşı”… Neyi işaret
edeceğim? Bununla birlikte,
tuvalden uzaklaştığım anda “Nerede?” ya da “Nereden?” sorularını da sormuş
oldum kendime. Şimdi, bir “mekan” gerek ki ayağımızın altında bir şey olsun,
yerimizi bilelim ve insanları, bakışları bir yere yerleştirelim. Bununla
birlikte hep şu tümce olsun aklımızda;
“Yeni yer yoktur”. Mekanı bu tümcenin yanından oluşturuyorum,
seçiyorum. Sonra, ışıklar olsun, yanıp sönsün, sahneler aydınlansın, gökyüzü
bulutlansın ya da perdeler açılıp kapansın, deniz dalgalansın, pencere
açılsın birden, bir cazcı notalar arasında gezinsin, kuşlar havalansın,
birileri ya da bir şeyler sahneye çıksın, rayına otursun işler… Kısacası,
“eylemler” icat ediyorum ve bir süre sonra “eylemler” yavaş yavaş “olaylar”a
dönüşüyor. En sıradan eylem bile (eğer odaklanmayı başarırsanız) çok büyük
bir olaydır. Olaydır çünkü “bakmak her şeydir”. Sonra işte, anlatı
yerlemlerini, yönelimleri ve döngüleri düşünüyorum. Bu noktada birçok
“eğretileme” geliyor aklıma. Unutmamak gerekir ki, eğretilemeler apansızdır
ve büyük armağanlardır; öykü inşaatının içindeki dikkat çekici ve büyüleyici
unsurlardır. Öyküde kullanılan her eğretileme öyküsel dizgenin ve anlatımın
sektesidir. Eğretilemeler, tıpkı müzikte olduğu gibi bir ölçü “sus”
demektir, yani müziğin çerçeveleridir. Öykünün “sus”ları da kişilerin ya da
nesnelerin ağzından çıkmış eğretilemeler olarak düşünülebilir. Karakterlerin
söylediği sözler anlatıcının “sus”ması demektir ve her söz bir dönüm
noktasıdır. Tüm bunları belirledikten sonra, işte, rötuş gerekiyor; dilin
kıvrımlarına, uçlarına, törpülenmesi gereken yerlere, ufak dokunuşlar…
Böylece rötuşlayarak, en sonunda, tutuyorum bu kalabalığı,
yalnızlaştırıyorum ve başa geri dönüyorum; “kendimi düşünme katmanı”na
alçalıyorum. Ama yarattığım bu sınamanın öyküsel bir açılımı var elimde
artık. Ortaya bir “betik” çıkıyor. İşte ben, “öykünün yükselişi” denince, bu
süreci anlıyorum.
Zafer Yalçınpınar – 11 Ekim
2005