|
Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak
Bundan yedi-sekiz sene önce edebiyat ödülleri
üzerine bir yazı yazmaya kalkışsam işim çok daha zor olurdu. Çünkü o
zamanlar, bugünkü ödül dağıtım mekanizmaları üzerine biriken kızgınlığımı
anlamsız kılabilecek bir içeriğe sahip en azından iki ya da üç “edebiyat
ödülü” ve bu ödüllerin seçici kurullarında da yetkinliğine inandığım -en
azından yetkinliğinden şüphelenmediğim- iki üç sıkı insan bulunmaktaydı.
Ayrıca, bundan yedi-sekiz sene önce yazarlar ve şairler, ödül kazanmanın bir
“müstahkem mevki” sağlayacağını düşünüp, bugünkü gibi ödüllerin peşinde
koşmazlar, herhangi bir ödüle değer bulunduklarında da bugünkü gibi sağda
solda (podyumlarda, etkinliklerde, özel yemeklerde ve her türlü mikrofon
arkasında) kırıtmazlar, dirsek temas aralığında hizaya gelip sokaklarda
halay çekmeye kalkışmazlardı. Çünkü “sanat alanında ödül kazanmak” denen
şeyin sıradan (belki de erken ve gereksiz) bir “teyit” olduğuna inanırlardı:
Yazarlar ya da şairler için gerçekten önemli olan şey “kariyerizm uğruna
özgeçmiş doldurmak, donatmak, uydurmak” değil de “ufuk açacak kadar farklı
ve sıkı bir yapıt” yaratmak, yaratabilmiş olmaktı. Bununla birlikte, ilginçtir ki edebiyat ortamında
bulunan dergi editörleri ve yayınevi sahipleri de kimin hangi ödülü
aldığına, kimin özgeçmişinin ne kadar dolgun/kalabalık olduğuna, “babalık,
ağabeylik, evlatlık” gibi ailevi ilişki biçimlerine, kalem kavgası
sicillerine falan fazlaca itibar etmezlerdi. (Çünkü o zamanki sıkı
editörler, “dişçiden, imamdan, celepten, hafızdan ya da lehimci ustasından
devşirme editörler”den sayıca daha fazlaydı ve daha etkindi.) Gerçek
editörler, yazarların dirsek temas aralıklarını, unvanlarını ya da ait
oldukları ilişki şebekelerini değil de yayımlayacakları yapıtın
kuvvetini/etkisini ölçerlerdi; eserin kurgusal, imgesel, semantik,
toplumsal, tarihsel, tipolojik, morfolojik ve hatta sezgisel öğelerini kendi
iç dünyalarında hisseder, tartar ve yayımlayacakları eseri olabildiğince
içselleştirirlerdi. Yani, özgeçmiş ya da statüko üzerinden çalışmazlar,
biricik saygınlık unsurunu “özgeçmiş dolgunluğu” olarak görmezler, önlerine
gelen eserleri ciddi ciddi okurlardı, değerlendirirlerdi. (“Okumak”
eyleminin önemini ayrıca vurgulamak gerekir. Bugünkü edebiyat ödüllerinin
çoğunda seçici kişiler, ödüle katılan yazarların eserlerini ya hiç
okumamaktadır ya da örnekleme metoduyla -eserin başından, ortasından ve
sonundan parçalar okuyarak- bir şeyler yapmaya, karar vermeye
çalışmaktadırlar. Bu “okumamak” durumunun sebebi de ödülün verileceği
kişinin çok önceden –statükocu unsurlarla- belirlenmiş olmasıdır.
)
Kısacası, bundan yedi sekiz sene öncesinde
edebiyat ödülleri, ne yazarların ve şairlerin haysiyetinde (özdeğerlendirme
yokuşunda) ne de editörlerin gözünde çok önemli şeyler değildi. Çünkü
saygınlık, “sıkı bir eser” yaratabilmek ya da okuyabilmekten geçerdi ve
yazarın kendi iç dengesiyle, kendi eseriyle arasındaki özel bir yokuş ya da
mesafeydi. Yani yazarlar, öncelikle “haysiyet”lerini düşünürler, bir
“muhteris” gibi köşeyi dönmeye, köşebaşı tutmaya ya da saygınlık cukkalamaya
çalışmazlardı. Bugün ülkemizde,
79 kadar –çoğu da şiir/şair odaklı, çoğu da çeşitli belediyeler ve kamu
kuruluşları tarafından verilen- edebiyat ödülü bulunmaktadır. Peki
ülkemizde, bu kadar çok ödülü kazanacak nitelikte yazar, şair, genç yazar,
genç şair ve bu kadar ödülde seçicilik yapabilecek kadar nitelikli yazar,
şair ve eleştirmen kalmış mıdır, var mıdır? Cevabınız “Kalmadı…Yok işte!”
ise ülkemizdeki edebiyat ödüllerinin dağılımı veya dağıtımı için şu
benzetmeyi rahatlıkla kullanabiliriz: “Damperli Ödül
Furyası yoluyla Saygınlık
Cukkalamak!”
Eduardo Galeano’nun dediği gibi “Sizi
alkışlayanlar, aslında sizi zararsız görenlerdir.” Bu sözü genç yazar, genç
şair ve tüm edebiyat heveslileri aklının bir köşesine mıhlamalı… Galeano’nun
ifade ettiği şey bugünkü durumu tamı tamına karşılamaktadır. Yaşarken para,
saygınlık ve otorite gibi şeylerle değil de “sefalet, çeşitli sessizlik
suikastları ve kötülük dayanışmaları”yla “ödüllendirilen” sıkı bir adamdan,
Ece Ayhan Çağlar’dan bir alıntı yaparak işbu yazıyı sonlandırmak
istiyorum:
"Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları
düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek
istiyor. Hoşgörünün törel ve yasal sınırlarını paramparça ederek aşmış bir
düşünceyi köşeli bir büyük ayraca, paranteze alacaklar. Alırlar! Daha dün,
yaşayan şiir denince elleri tabancalarına giden adamlar, müessesenin küçük
hisseli ortakları, şairlere iki paralık değer vermeyenler, gözlerinde tek
bir şiir yaşatmayan kalem efendisi kentliler oturmuşlar, düşünmüşler,
taşınmışlar, açık baskılar, gizli engellemeler yanında, böylesi bir Chester
taslağını sunmuşlardır. Tarihten, kendi tarihimizden biliriz ki,
kardeşlerini az önce boğmuş bir padişahın bile elinde uzak ve kokusuz bir
gülle yaptırdığı minyatürleri, çağdaş padişahların ise basına dağıtılmak
üzre çocuklarla çektirdikleri birçok fotoğraf vardır. Şimdi çocuklar ve
güller dahi yüz vermedikleri için olsa gerektir, ‘müesses ölüm şairlerle
toplu fotoğraf çektirmek istiyor’. Bunun böyle olduğu aydındır.(1970)
“
Zafer Yalçınpınar - Mayıs 2008