Yazı
alev alabilir!
Aslında, “yazı” üst
başlıklı bir konu üzerine bir şeyler anlatmaya soyunmuşsak, bunu “yazarak”
yapmamamız gerekirdi. Meselenin içinden, meselenin kendisini kullanarak
çıkamayız ya da en azından düzayak bir yerlere varamayız. Yani yazının ya da
yazıyor olmanın etkisi, kendisini işlerken bu eyleme karışıyor, “dil”
uzatıyor ve meseleyi istediğim odaklanmalardan uzaklaştırıyor, bulandırıyor
her zaman. Bu maruzat yazmanın ve yazının cehennemini bilenler tarafından
sık sık dile getirilecektir. Ama gene de, bu tehlikeyi göze alarak, bir
çeşit vazife duygusuyla, “yazı” üzerine yazıyorum. Ayrıca, burada, “yazı”yı
işlevsel nitelikleri açısından ele alırsak da işin içinden -en azından bu
sayfalar üzerinde- çıkamayız. Bilindiği gibi, günümüzün temel eğilimi
dijital(sayısal) unsurlar olsa bile, hâlâ, her yerde, her şeyin temelinde
“yazı” vardır; “yazı”nın taşıyıcılığına, bellek görevi üstlenmesine,
tarihsel, belgesel, ticari, akademik, semantik, iletişimsel, sosyal
işlevleriyle birlikte daha başka binlerce alt konu başlığına doğru
yönelmemiz, bölünmemiz ve bu alt başlıklar arasındaki eşanlı ilişkileri,
etkileri incelememiz gerekir. Bu nedenle, ben her şeyi -bu karmaşık yapıyı-
bir kenara bırakıp, bir çeşit “sivil” duruşla, “yazı”ya, işbu ateşli meseleye
sadece “edebiyat” yönünden
yaklaşacağım.
Başta şunu söylemek
gerekir: “Yazı”yı tek başına incelemek pek mümkün değil. Çünkü “yazı”, “yazmak” eylemi ve “yazar” öznesiyle
birlikte oluşan üçlünün bir parçasıdır. Bu üçlü -başka birçok yan öğeyle de
birleşerek- kendi aralarında
iletişmektedirler; devridaim içerisinde bir şeyleri birbirlerine taşıyan,
işaret eden, ayak oyunları oynayan, etkileşen, sürekli gezinen parçalardır.
Yani söz konusu ilişkinin salt “yazar”dan “yazı”ya doğru olduğunu
söyleyemeyiz; aksine birçok “geri besleme mekanizması” ve “duygulanım
süreci” vardır. Bu üç öğe arasındaki iletişim kanallarını, köprülerini ve
bağlarını da “dil”in tanımı içine sokabiliriz. Arada bir “okur” denen şey
–ki bugün okur kelimesi anlamını yitirmek üzeredir- bahsettiğim devridaime teğet geçer, çeperine dokunur, az da
olsa dahil olur. Okur, bugünün yabancılaşmış edebiyatı içerisinde bir
“dışsallık”tan öteye gidememektedir. Bununla birlikte, “sıkı okur”ların
hakkını yememek lazım. Çünkü “sıkı okur” devridaim’in içine girer,
çalkalanır durur. Genelde bu bahsettiğim tür (yani “sıkı okur”) yazının
içinde yaşayan, salt okur olarak değil de aynı zamanda yazmaya, yazıya
kapılmaya eğilimi olanlardır. Ancak konumuz -şimdilik- okur değildir. (Bu
son cümleyi okuyanlar bana kızmasın, girişte dediğim gibi “yazı”yı yazarak
anlatmanın sakıncaları var).
Şimdi, nesnenin
kendisi (yazı) sağlam bir yapı haline geldikten, oluştuktan sonra onun
yaşantısı, döngüsü, nefes alış verişi hakkında birçok şey söyleyebiliriz.
Ama, başlarda, kökende, bu kimyanın ve devridaimin ilk çakışında, ateşlemede
diğer ikisi (yazmak ile yazar) daha önemlidir. Ve temelde ölümcül bir
soru vardır: “Neden
yazıyoruz?”. Bu soruya uzanıp, insanı “yazı”ya veya “yazmaya” yönelten
itkilerin peşinden giderek,
“yazı”nın kökeninde yer alan mayınları belirlemeyi ya da buna benzer bir
odağın hapishanesine düşmeyi becerebiliriz. Bunu
deneyelim:
Yaşadığımızın, düşlediğimizin, düşündüğümüzün veya söylediğimizin
yitip gitmemesini istiyor olabiliriz. Bu istek varolan düzene karşı
hakkımızdır; hafızanın ve ruhun değişkenliğine, kayganlığına karşılık
yazının kalıcılığını, taşıyıcılığını kullanmak isteyebiliriz. Önceleri,
yüzey gerçeklikleri olduğu (olup bittiği) gibi kayıt altına almak amacıyla,
“tasarım ve kurgu” olmaksızın yazmaya başlarız; garip garip “anlatılar” ve
“monologlar” çıkar ortaya. Bunları birer “dışavurum
mekanizması” olarak
değerlendirebiliriz. Zamanla, bu sürece estetik ihtiyaçlar eklenecektir;
görüngüleri düzeltmeye, varolandan uzaklaştırmaya, gerçeklikleri
eğretilemeye, parlatmaya, çevirmeye, tersimlemeye, süzmeye, dolandırmaya
ihtiyaç duymaya başlayacağız. Bu sefer, yazdığımız şeyler bazı eski
gerçekliklerin üzerine kurulmuş, gizlenmiş, rötuş atılmış “bir tasarım” haline gelecektir. Bu
tasarımda yer alan kuyumculuk, yazarın ya da yazanın önce kendiyle, sonra da
ötekilerle hesaplaşmasından başka bir şey değildir. Böylece, beyaz sayfalar
“bilincin oyuncakları” haline gelmiştir artık ve yazarın anlatıcı konumu da
yavaş yavaş üçüncü tekil şahısa doğru kaymaya başlamıştır. Cehennemin girişi
de buradandır; bilindik görüngülerin yavanlığının karşısına, başka bir
dünya, kurgusal bir açılım ve farklı bir gerçeklik çıkarmaya çalışmak… Yazın
diliyle konuşan, betimleyen, sıradan tümce yapılarını ve geçiştirme
kalıplarını benimse(ye)meyen bir düzyazıcının ya da bizzat kelimelerle
hesaplaşan, dile ayak oyunları oynayan ve eğretileme dünyasının
görüngülerinde kaybolmuş bir şairin yabancılaşması, sıradan olaylarda bile
zorlanması kaçınılmaz bir durum gibi görünmektedir.
Tasarım aşamasına gelen/kapılan kişi “yazı”nın sahnelerini oluştururken kendini kahramanın
yerine koyar ve yaratacağı ya da sözünü edeceği kahramanın tasarı
aşamasındaki karakter yapısını kendi varlığı üzerinde sınar. Konu ne olursa
olsun (“trajedi” ya da “umut” hiç fark etmez) yazar, sürekli kimlik, duygu ve davranış
değiştirir; yeni kimliklerin
yükünü sırtına alıp ve her sahneyle, her olayla birlikte yaratacağı
karakteri, retoriği düşünmektedir. Yani “herkes” olmaya çalışırken kendi
kimliğini kaybederek “hiç kimse” olmaktadır. Bu arada, “yazı”nın da (kağıdın
üzerine yansıyan yüz ya da o cehennemsi karınca yuvası) maskesi sürekli
değiştirmektedir ve her değişimde yazanına başka türlü sırıtmaktadır,
sıkıntılar vermektedir, yazanıyla dalga
geçmektedir.
“Yazı”nın
cehennemlik olduğunu biliyoruz artık. Bunu, yazanın ya da yazılanın kötücül
olduğunu ileri sürmek için söylemiyorum. “Yazıyor” olmanın “yaşıyor” olmak
üzerindeki baskısını ve dozajını İlhan Berk okkalı bir şekilde ortaya
koymuştur:
“Dünyaya
yazmak, dünyaya bir onun için bakmak. Yani dünyada olmayı, bu dünyada
yaşamayı bir kenara atıp salt onu yazmak için yaşamak! Yazmakla yaşamayı
birleştirmek, birbirine karıştırmak; bu iki ayrı eylemi, tek bir eylemmiş
gibi görmek. Cehennem bu. Kişi yeryüzünde böylesine somut, acımasız bir
durumu yüklenmeye görsün, mutsuzluğun dikâlâsını taşıyor demektir. Bu
yerküreyi, bu yerküredeki anakaraları, denizleri, insanları, bitkileri,
hayvanları görmemek; nehirlere nehir, gökyüzüne gökyüzü, ormanlara orman,
kuşlara kuş, bir sokağa sokak, bir eve ev, bir ağaca ağaç, çocuklara çocuk,
sevilere sevi olarak bakmamak; salt yazmak için bakmak!(...)Yazmanın
böylesine baskısı altında yaşayan birinin, bir kişi olarak özgürlüğü yok
demektir. (...)Başkalarını bilmem, yazmak benim için cehennemdir.”
İlhan Berk,
“Kült Kitap” adlı eserini bir “cehennem provası” olarak nitelemiştir. Ece
Ayhan, “Niçin yazıyorsunuz?” sorusuna ”Kimbilir, belki de,
yerimi(hakkımı) aramak uğruna çiziktiriyorum.” der ve “Yürürlükte
olan algı ortalamasını ve ideolojiyi değiştirmek için bir ömür boyunca pusu
kurmak adına” yazdığını ifade eder. Bugünkü yazın ve felsefe dünyasının
en değerli ve önemli insanlarından biri olduğunu düşündüğüm Oruç Aruoba ise
düşünsel debelenmelerin, felsefi dizgelerin ve mutlak bir yalıtım eşliğinde
işleyen “anlam arayışlar”ın peşinden giderek cehennemin bir başka köşesini
şöyle işaret etmiştir:
“Birgün
güçlü bir zamk alırsın, eve gider, kitaplığını boşaltıp kitaplarını üst üste
dizer, sonra, her bir yığındakileri sırayla, teker teker alıp sayfalarını
birer birer biribirine yapıştırırsın, yine üstüste yere
dizersin.
Ertesi gün
—zamk iyice kuruyunca— kitaplarını eski yerlerine yerleştirirsin. Yine, aynı
gün(ikinci,yani), daktilonun tuşlarını birer birer sökersin, bir torbaya
doldurur, dışarı çıkar, torbayı sokaktaki çöp kutusuna
atarsın.
O akşam ,
bütün kalemlerini çalışma masanın üstüne dizersin, sonra, teker teker alıp,
dünden kalan zamkla (büyük bir kutu olmalı) mürekkep haznelerini iyice
doldurursun(gerekiyorsa; sökülmüyorlarsa, haznelerde küçük birer delik
açabilirsin), yine, masaya dizersin —onların kurumaları iki gün
sürer.
Bu arada
(üçüncü gün), evi iyice tarayarak, bütün kağıtları, defterleri, bloknotları,
not kartlarını vb. (ajandalar dahil) toplarsın, çalışma odasında, yere üst
üste dizersin (farklı büyüklüktekilerle farklı yığınlar
oluşturabilirsin).
Sonra her
birini birer birer alıp, bir makasla (çok keskin olmalı) her bir yaprağı ya
da sayfayı ince şeritler halinde (1/4 cm kadar ende) keser, şeritleri masaya
dizersin.— Bu iş de iki gününü alır.
Dördüncü
günün akşamı, gider, sokak kapısını içeriden kilitler (evde senden başka
kimse yoktur), anahtarı pencereden dışarı
atarsın.
Sonra,
kitaplıktan en sevdiğin üç kitabı seçer, alır, çalışma masanın üstüne koyar,
iskemleye oturur, gözlüklerini takarsın.
Şimdi
okuyup yazmaya hazırsın.”
Bu iki kurşun gibi örneğe
karşın, bâzı yazarlar da yaşamdaki cehennemi bertaraf etmek için “yazı”
denen cehennemin biraz daha serin bir köşesinde olmayı kabul etmektedirler; zamanlamayı ve
yerlemleri iyi kullanarak bir çeşit araf duygusunun içinden yazmaktadırlar.
Bu yazarlar mutluluğu değil de
başka bir şeyleri gösterir; o şeyler de “çoşku” ve “ironi”dir. Uruguay’lı
ünlü yazar Eduardo Galeano bir söyleşisinde şöyle demiştir: “Ben sadece ellerim kaşındığında ve yazma
ihtiyacı duyduğumda yazıyorum. Bunu, vurmalı çalgısını tanrı gibi çalan
Kübalı bir müzisyenden öğrendim.(…) Benim için yazmak daha çok hayat için
bir kutlama gibi…” . Büyülü
gerçekçilik akımının masalsı odaklarına tutulan birçok Latin Amerika kökenli
ya da uğraklı yazarın benzer bir çoşkuyla dolu olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Ama, “büyülü
gerçekçilik” de önünde sonunda diğerlerinden daha masalsı, daha coşku dolu
bir “gerçeklik kurgusu”na kaçmak, geri çekilmek anlamına gelmektedir ki bu
da başlarda söylediğim cehennemin bir köşesinde olmaktır gene
de.
Kısaca bahsetmeden geçemeyeceğim; günümüzün edebiyat platformları,
dergiler, editöryal yaklaşımlar da son derece çetin ve dolambaçlıdır. Sanki
“yazıyor” olmanın cehennemi
yetmiyormuş gibi yayın sürecinde de yönetsel hesaplaşmalara,
kaprislere, ticari hedeflere, takıntılara, içten pazarlıklara ve dirsek
temaslarına maruz kalmaktayız. Günümüzde birçok “bey/hanım ıskartası edebiyat
kâhyası” vardır; bunları da
"cehennem zebanileri" olarak ifade
edebiliriz.
Baştan beri, tüm
bunları söyleyerek/yazarak, aktararak “yazı” denen cehennemin bir
taraflarını işaret etmeye, göstermeye çalıştım. Daha doğrusu, “yazı”nın,
“yazı”ya giden patikaların (ki bunlar çoğunlukla “keçi yolu”dur) pek
çiçekli, böcekli ve havadar olmadığı bilinmelidir, bilinsin diye yazıyorum
bu yazıyı. Şüphesiz “yazı” ve “yazmak” herkesi başka bir yönden kendi içine
katacaktır, kandıracaktır. Ancak, “Yazı”, “Yazar” ve “Yazmak” üçlüsünün -bu
devridaimin- neresinden başlarsanız başlayın, neresine ağırlık verirseniz
verin, nereden giderseniz gidin, nereden bakarsanız bakın büyük bir ateşin
ve hesaplaşmanın içinden geçecek olmanız kesindir. Ve belki de tüm edebiyat
tarihi boyunca bu böyle olmuştur. Bir zamanlar, Zinhar taifesinin
yaptığı bir soruşturmaya verdiğim yanıtı işbu yazıya sonuç olarak dikiş
atmak istiyorum. Bu kadar söz söyledikten/aktardıktan sonra, bildiğim ve
sezdiğim kadarıyla kendi yazma sebebimi, beni "yazı"ya mıhlayan şeyi ortaya
koymak anlamlı olacaktır :
"Ben, imgelere,
kurgulara, oyunlara, oyunbazlara ve karakterlere aracılık etmek amacıyla,
beyaz sayfanın bizzat kendisi için yazıyorum. Yazmak, benim için, içimde
birikenleri dışarıya akıtmak değil de onları düzenlemek, sıralamak ve
anlamlandırmak uğraşısından başka bir şey değil. Kısacası, yazıyor olmamın
sebebi, nesnesi ve yöneldiği
kişi de; ikinci bir düşünce ve düzenleme çabası ile tekrardan oluşturulmuş
bir karakter sınamasıdır."
26 Temmuz 2005 – Zafer Yalçınpınar
Başka bir şansım da yok gibi
gözüküyor; bahsettiğim işlevler
hakkında işe yarar, derin bir bilgiye sahip olmadığım gibi, tutarlı
sezgilere de sahip değilim. Zaten, üniversitelerimizde, söz konusu işlevleri
ince ince incelemeye, araştırmaya ve unvan elde etmeye hazır bir
“akademisyen takımı” varken o
konularda bana pek söz düşmez. Ancak, buna karşılık, edebiyatın veya
“yazmak” eyleminin ihtiva ettiği “duygudurumlar” üzerine dile getirebileceğim ya da
aktarabileceğim bir şeyler var.