Latinceden
mürekkep bilim dünyası ona “Scorpaena Porcus” diyor. Anglosakson
literatüründe “Akrep balığı” (Scorpion Fish) olarak tanınıyor. Bizim
memleketin balıkçıları ise, onu Akdeniz’de “Sokarca”, Ege Denizi’nde
“Adabeyi” ve nihayet Marmara Denizi’nde ise “İskorpit” olarak
adlandırıyorlar. Kendisinden 20-25 cm kadar daha büyük olan abisi,
balıkçılık alemlerinde “Lipsos” olarak nam salmıştır ve balıkların
külhanbeyidir. (Lüfer familyasını “bıçkın serseriler” olarak kabul edersek
İskorpit familyasını da “ağırbaşlı serseriler” olarak düşünebiliriz...)
Tarihsel başkalaşım
sürecinden fazlaca etkilenmeyen diğer balık familyalarında olduğu gibi
İskorpit de -göreceli- çirkin, tarih öncesinden kalma, neredeyse “balıkların
dinozoru” şeklinde lakap takılabilecek bir dip balığıdır. İskorpit’in kafası
vücudunun yarısı kadardır ve kafasında sayısız girinti çıkıntı vardır.
Birinci sırt yüzgecinin on bir, anüs yüzgecinin üç, karın yüzgecinin ise bir
adet dikeni zehir taşır. İskorpit balığı “lüfer zokası”yla ve ak yemle
yakalanabilmektedir. Yakaladığı İskorpiti oltadan çıkarırken zehirli
dikenlere çarpılıp eli şişen amatör balıkçılar çoktur. Benim başıma hiç
gelmedi, böyle bir şeyi tecrübe etmedim ama denizin dışında kaldığında,
derisi yüzüldüğünde ya da sırt dikenleri kesildiğinde bile İskorpit
balığının uzun süre canlı kalabildiği söylenmektedir.
Yukarıda
saydığım özellikler nedeniyle midir yoksa başka nedenleri de var mıdır tam
olarak kestiremiyorum, ama şair Ece Ayhan, Öküz dergisi tarafından yapılan
bir söyleşide kendini İskorpit balığına benzetmiştir.
Zafer Yalçınpınar