OYUN, OYUN DEĞİL...



 

Hiç uslanmadık, hiç yorulmadık desek yalan,

Oyuna devam...

 

 

Sanıyorum, her şeyden önce neyin “oyun” olduğu veya olmadığı sorunsalını aklımıza getirmemiz gerekiyor. Çeşitli vesilelerle birçok kez tanık olduğum bir uygulama vardır: Oyun pedagojisi konusunda bilgi sahibi olan biri karatahtanın başına geçer, büyük harflerle “OYUN” ile “OYUN DEĞİL” yazar ve araya kalın  bir çizgi çeker. Karşısındaki kişilere neyin oyun olduğunu ve neyin oyun olmadığını sorar, verilen cevapları tahtaya yazar, sonra da herbirini çürütür. Çürütmeyi sevdiği en önemli ayrım da “Oyun gerçek değildir” şeklindeki simülasyon türevi söylemlerdir. Bu söylemleri, oyunların da tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi gerçek insanlar tarafından, gerçek kurallarla oynandığını söyleyerek bertaraf eder. Hatta işi ileriye götürür; kendisine “Oyundan istediğiniz zaman ayrılabilirsiniz, ama gerçek hayattan istediğiniz gibi, kafanıza göre ayrılamazsınız!” şeklinde bir fark ifade eden birine “Hadi canım, isterseniz gerçek hayattan da istediğiniz zaman ayrılabilirsiniz!” diye çıkışır. Sonunda,  meseleyi görüngübilim kıvamına çeker ve her şeyi şuraya bağlar: “Oyunu oyun yapan şey, bizim ona oyun dememiz, bu bilinçle hareket etmemizdir.”

Hangisi daha gerçek? Bir teknomarkette size teknolojik bir alet satmaya çalışan satıcının kıyaslama usulü sözleri, özel satış numaraları mı? Yoksa cebinizde tuttuğunuz para ya da o paranın satınalım gücü mü? Otuz yıl önce kaydedilmiş bir şarkıyı dinlerken ya da yirmi sene önce çekilmiş bir fotoğrafa bakarken, siyah beyaz bir filmi izlerken hissettikleriniz mi daha gerçek? Tiyatroda oyun ile gerçeği birbirinden ayıran o meşhur kırmızı perdeler mi, hafifçe yüksekte duran sahne mi, izleyicinin oturduğu koltuklar mı? Yoksa şu yarışma programlarına çıkanların sözleri mi, tavırları mı daha gerçek? Çocukluğunuzda oynadığınız misket oyunları mı yoksa işyerlerindeki ayak oyunları mı? Bir futbol maçında atılan goller mi yoksa tribünde çıkan kavga, çekilen bıçak ya da edilen küfür mü? İstatistik, olasılık ve karar teorisinin kumar oyunlarında başarılı olmak isteyen soylular sınıfının zorlamasıyla bulunduğu mu daha gerçek, yoksa o kumar masasında oynanan -örneğin kâğıt- oynunun kendisi mi, oyuncuların birbirlerine karşı hissettikleri mağrur öfke mi? Seçimlerden önce bir gecede yapılan gecekondular mı, yoksa seçimlerin ardından  o gecekonduların büyük bir makine tarafından bir dakikada yıkılması mı daha gerçek? Seçimlerin kendisi mi daha gerçek yoksa? Kim bilir...

Cidden, kim bilir, kim ölçebilir bunlar arasındaki “gerçeklik” farkını? Neden ve nasıl oluyor da iki yavru kedinin birbirlerine olan davranışlarına bakıp “birbirlerine oyun yapıyorlar!” diyebiliyoruz... Hatırlayalım; “Satranç oynamasını bilmeyeni general yapmazlar!” diye bir söz vardır. Söylemi tersine çevirsek, örneğin şöyle olabilir miydi: “Bir meydan savaşı kazanmayanı satranç oyuncusu yapmazlar!” Strateji denen şeyi tedbir örgütlemek olarak tanımlarsak, oyuncu açısından iki söylem arasındaki fark nedir? Neden hiç satranç şampiyonu bir general yok tarihte? Ya da neden satranç şampiyonlarının çoğu generaller ya da askerler arasından çıkmıyor?

Yukarıdaki paragrafta oluşan karmaşadan çıkmanın bir yolu var mıdır? Belki, Dostoyevski’den bir alıntılanacak bir “acı bilgi”  işimize yarayabilir:

 

“İnsanın doğuştan yaratıcılığa, amacına bilinçle ilerlemeye, durmadan kuran bir mühendisliğe, yani nereye olursa olsun kendine yol açmaya mahkum edilmiş bir varlık olduğunu kabul ederim. (…) Ama, sorarım size, neden bir yandan yıkmaya, her şeyi darmadağın etmeye bayılır? Yanıtlar mısınız bu sorumu? Bu konuda birkaç sözüm daha var. Sakın insanoğlu hedefe ulaşmaktan, kurmakta olduğu yapıyı bitirmekten içgüdüsel bir ürküntü duyduğu için yıkmayı, bozup dağıtmayı seviyor olmasın?(…)Karıncalara gelince, onların ev yapma düşünceleri bambaşkadır. Karınca yuvası denilen, yıkılmak bilmez, şaşılası yapıtları vardır.

Saygıdeğer karıncalar yapı işine karınca yuvasıyla başlayıp hâlâ da öyle sürdürmekle olumlu, sebatlı davranış adına büyük bir onur kazanmışlardır. Gelgeç gönüllü, tutarsız bir yaratık olan insanoğlu ise, belki de satranç oyuncuları gibi hedefi değil, hedefe giden yolu sever.” (Yeraltından Notlar, Çev: Mehmet Özgül, İletişim Yayınları, 2000, s. 47-48)

 

Kısacası,  devam ederiz ve hiç durmayız. Devam ettiğimiz şey oyun olsun ya da olmasın, fark etmez.

 

 

Not: 5 Eylül 2009’da Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin bahçesinde saat 21:57 sularında Bülent Ortaçgil, “Oyuna Devam” adlı şarkısını söylemeseydi işbu yazıyı nasıl yazacağımı bilemezdim.

 

 

 

Zafer Yalçınpınar

 

 

 

 

 

 

                


Ana Sayfa

İLETİŞİM İÇİN:
Msn: zaferyal@hotmail.com
Email: zaferyal@gmail.com
                                                                                                 
   Bu sayfa Zafer Yalçınpınar     tarafından 30 Ekim 1999 tarihinde hazırlanmıştır.Tüm yazıların ve fotoğrafların yayın hakkı Zafer Yalçınpınar'a aittir. Yazılar ile görsel öğeler, T.C. Telif Yasaları tarafından korunmaktadır. Yazılı izin alınmadan kopyalanması veya kullanılması hukuki sorumluluk doğurur.
Bu sayfa en iyi 600 X 800 çözünürlüğünde görünür