Bendeki kitap ve kitap okumak saplantısı
yaşamanın ötesine geçti. Yaşamak ile okumayı birbirine karıştırdığım,
gerçekleri ve eğretilemeleri (ya da kurguyu) iç içe geçirdiğim oluyor.
Bununla birlikte, yöntem ya da kuram parçalarıyla dolu eski kitaplarda
(örneğin 1940 baskısı bir zanaat kitabında) yer alan bilgilerin artık
işlevsiz, geçersiz olduğunu bile bile o kitapları okumaktan kendimi
alamıyorum. Bazen bu işlevsiz kitaplardan öğrendiklerimi bugünkü
gerçeklikler, durumlar üzerinde uygulamaya çalıştığım da oluyor.
Bazı kitapları yanımda taşımak istiyorum;
nedense, bunu bir zorunluluk olarak görüyorum. Bu “korkuya dönüşmüş bir
bağımlılık”tır. O kitapları yanımda taşımazsam ölecek miyim? Hayır. Ya da
örneğin, işyerindeki masamda bazı kitapların mutlaka olması gerekiyor. Bu
kitaplar yaptığım işle ters ve zehirleyici olsalar bile onların varlığının
beni tamamladığını hissediyorum. Neden bir kitabın 1973’ten 1990’a kadar
yayımlanmış tüm 12 baskısını okumak veya onlara sahip olmak zorundayım? Bu
durum “saplantıya dönüşmüş bir bağımlılık” değilse nedir ki? İzbe
mahallelerdeki hurdacılarda, eski çamaşır makinelerinin ya da
buzdolaplarının kapağını açıp, içinde kitap var mıdır, yok mudur diye
kontrol etmek hayati midir?
Sanıyorum, kitapların bana sağladığı (işlevli
ya da işlevsiz) bilgi, olay, kurgu ya da eğretileme panayırını, karmaşasını
seviyorum. Bu panayırdaki devinimi, dizgeyi, son derece yaşamsal ve sosyal
buluyorum. Panayırın içinden çıktığımda ise bir “bulantı”, bir “yokluk” her
tarafımı sarıyor. Sonuç olarak, ölene kadar kitapların içinde olmalıyım; o
panayırda... Zorunluluk bu…
Zafer Yalçınpınar