Bundan birkaç ay önce çeşitli “müstahkem
mevkiler” tarafından dile getirilen ve medyada geniş yer tutan şu “itidal
çağrı”ları falan Tayfun Polat’ı öyle çok kızdırmış olacak ki Karga’daki her
buluşmamızda veya karşılaşmamızda “itidal” dalgasından (dubarasından) ve bu
konuyu taife olarak ele almamız gerektiğinden sürekli bahsetti. Haklıydı da…
Şimdi, madem çeşitli “müstahkem mevkiler” halka itidal çağrısında bulunmuş,
ben de halk adına değil de şahsım adına, bu çağrıya bildiğim tek yöntemle
yani “itidal hakkında yazarak” icabet göstereceğim.
Arapça kökenli olan “İtidal” kelimesinin
kapsama alanında “sağduyulu”, “ağırbaşlı”, “soğukkanlı” veya “ölçülü” gibi
niteliklerin -belki de raconların- bulunduğu biliniyor. Fakat, bu
söylemlerin içinde beni asıl ilgilendiren şey “ölçülülük” meselesidir.
Ölçülü olmak, -her konuda,
konumda ve şartta-
ortalamaların etrafındaki genel ya da “normal” dağılımdan, merkezden yani
sürüden uzaklaşmamak (en azından diğerlerinden daha çok uzaklaşmamak)
anlamına gelmektedir. Bu durum, istatistik teorisinde, “standart sapma”nın
yani “ortalamaya olan uzaklık”ın sayısal olarak küçük olmasına benzer. Bugün
istatistikle ifade edilen her şey, ortalamalarla ve ortalamaya olan
uzaklıkları temel alan “kıyaslama”larla anlam
bulmaktadır.
Peki, itidal çağrısı (ortalamaya geri dönüş
çağrısı) neden yapılır?
Ortalamaların etrafındaki dağılımın ve
yaklaşımın içinde olmak bizi hem işlevsel hem de karakteristik olarak
“tanımlanabilir” kılar. “Tanımlanabilir” olduğumuz anda “tahmin edilebilir”
ya da “modellenebilir” bir yapıdayız demektir. “Modellenebilir” olduğumuz
kadar da “yönetilebilir” bir konumdayızdır. Durumumuz belirginleşmiş,
hesabımız yapılmıştır. Yüksek mercilerin ya da işte yöneticilerin,
ortalamalar etrafındaki dağılımdan sapma (ana eğilimden uzaklaşma)
korkusunun nedeni “tanımlanabilir, tahmin edilebilir, yönetilebilir”
dizgesindeki parçalanmadır.
Bununla birlikte, eğer sürüden ayrılan kitle
yeterince ısrarlıysa genel ortalamayı da -önemli oranda- değiştirebilir bir
güce sahiptir. Örneğin, 10 kişilik bir sınıftaki 10 öğrenciden 10’unun da
matematik dersi notu “100 üzerinden 30” olsun. Hesaplarsak matematik dersinden alınan
notların ortalamasının da “30” olduğunu görürüz. Fakat bu sınıftaki
çocuklardan 2’si farklılaşırsa ve matematik dersinden
“100” alırsa (yani sürüden ayrılırsa, uzaklaşırsa)
sınıfın ortalaması birden bire
“44” seviyelerine çıkacaktır. Bu yükselme sınıf
adına büyük bir başarıdır. Hepsi “30”luk olan çocuklar birden “44”lük olarak
anılacaktır. Ancak, büyük olasılıkla, sınıfın değerini ve ortalamasını
yükselten o iki “farklı” çocukla, diğerleri arasında çeşitli kavgalar
yaşanacaktır. Kavga çıkmasın diyedir ki yöneticiler herkesi, her şeyi bir
hizada ya da en azından ortalamaya yakın bir konumda isterler ve o iki
farklı çocuğa müdahale edip “itidal çağrısı”nda bulunurlar. Diğer sekiz
çocuğa ise ilişmezler, çünkü o sekiz çocuk “ortalama”yı oluşturmaktadır,
belirlemektedir, ağırlıklıdır, çoğunluktadır. Kısacası, “itidal çağrısı”
denen dalga dubara bir “düzeltme /düzleştirme/ ütüleme” olgusudur. İtidal,
ortalamaya geri dönüş çağrısıdır. Ayrıca, durağandır, insanları durağanlığa
ardından da eylemsizliğe sevk eder.
Sonuçta, yazının başından beri söz ettiğim
şeyleri kenara bırakıp tarihimize bir “başıbozuk” ya da “sivil” olarak
düzünden bakarsanız, “itidal” ile “itaat” kelimeleri arasındaki benzerliğin
sadece fonetik olmadığını fark edersiniz. Üzülürsünüz de.
Yani, hep beraber üzülürüz.
Zafer Yalçınpınar