Felsefenin
önemli kilometre taşlarından biri olan Heiddeger, duygu dünyasının
retorikçileriyle iddialaşmak için
“Dil varlığın evidir” tümcesini ortaya atmıştır. Bunun üzerine İlhan
Berk bir şiir kitabına “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum” ismini koyar.
Tarihin dehlizlerinden başka biri çıkıp “Dil, ev değildir; evin balkondur!”
diye ifade etseydi, ona şöyle derdim;
“Dün
evdeydim, balkona çıkmadım.”
Oruç
Aruoba “yazmaya hazırlanmak” için
“Kapıyı içerden kilitleyip anahtarı da pencereden dışarı atmak”
gerektiğini söyler. Ben de öyle yapıyorum, kısacası, okumakta olduğunuz bu
satırları size evde(n) yazıyorum.
Bugünün
yaşantısını ve koşullarını düşünürsek, yazmak için üzerimize açık renk
kıyafetler giyip, değişik şapkalar ve güneş gözlükleri takıp, dizüstü
bilgisayarlarımızı yanımıza alıp yeşilliklerin, çiçeklerin ve
böceklerin içerisinde -etrafta bulunanların herbirinin kendini Maradona
zannettiği ve tek kale futbol maçlarının oynandığı- bir piknik ortamında ya da benzer
komik koşulların (mayoların, şişme deniz toplarının filan) bulunduğu bir
plajda “sıkı eser”lerin
yazılabileceğine inanmıyorum. (Üstelik, kene tehlikesi de var.) Bununla
birlikte herhangi bir mağaraya çekilip, münzeviler gibi bize vahiy inmesini
bekleyerek de bir yere varamayacağımız kesindir. “İşin doğrusu evde
yazmaktır.” (Ev, kentin göbeğinde, köyün içinde, dağın tepesinde veya
okyanusun kıyısında olabilir, fakat bunlar “yazmak” açısından birbirlerinden
çokça farklı değildir. Önemli olan evde yazmaktır.) Ayrıca, büyük yazarların çoğu “yazmak” ile “yaşamak” durumlarını
sıkı sıkıya birbirlerine
karıştırmışlardır. Zamanla, ağaca ağaç, denize deniz, göğe gök olarak
bakamazlar. Yaşama -her şeye, her olaya ve herkese- “yazılacak bir şey
midir?” sorusunun eşliğinde bakarlar; bu nedenle de büsbütün yaşayamazlar.
Evleri de bir yaşama alanından çok bir “yazı alanı” haline gelmiştir.
Ünlü
güncesinde Andre Gide, “yazı alanı” ve “yazmak” üzerine şu tip bir pusula
sunar;
“Odamda alçak bir yatak, biraz
dolaşılabilecek boş bir yer, dayanılabilecek yükseklikte ağaçtan yapılmış
bir mobilya, dörtgen küçük bir masa, sert bir sandalye... Yazacaklarımı,
yatmış bir vaziyette tasarlarım; yürüyerek düzenlerim; ayakta yazarım; sonra da masaya oturmuş olarak kopya
ederim. Bu dört vaziyet benim için hemen hemen zorunlu olmuştur(...)Odada
dil kılavuzlarından başka kitaba da yer verilmeyecek. Hiçbir şey zihni
çelmemeli... Odada sıkıntıyı dağıtacak tek çare çalışmak olacaktır.
”
Buna
karşılık, edebiyat tarihimizde madalyalarla, evlerle, arabalarla, şölenlerle
veya statükoyla değil de “sefalet”le ödüllendirilmiş sıkı bir şair olan Ece
Ayhan’ın nasıl ve nerede yazdığını düşleyelim;
“Üzerinde
o eski emanet ceketle, kapısız, penceresiz, eşyasız, altı duvarlı ve sekiz
köşeli odasının tam ortasında, yaşadıklarının tüm yükünü ve zamanın
varlığını kanıtlayan bir bakışla, bir omzu düşmüş, yüzünün bir yarısı
felçli, duruyor. Şapkası ve gözlüğü yerde, ayaklarının dibinde... Eğiliyor,
şapkayı ve gözlüğü alıyor, takıyor. Gidip odanın bir “köşe”sini ziyaret
ediyor, onu dinliyor. Ağzını elinin tersiyle kapayarak “köşe”nin kulağına
bir şeyler fısıldıyor, tartışıyorlar, “tamam!” anlamında başını sallıyor.
Ellerini cebine sokuyor ve biraz önce konuştuğu köşeye sırtını dayayarak;
Biz bir şairi şiir yazsın için
evsizlikle korkuturuz dom!” diyor.”
ZAFER YALÇINPINAR