Elli yaşlarında eğitimli bir adam… Kırk
yaşından sonra kitap, dergi okumayı bırakmış -böyle şeylerden sıkılıyor
artık, yazılanlara pek inanmıyor, yazıları okumayı yarıda bırakıyor- öğrenme
yetileri de otuz yaşından beri zayıflamakta… Yaşı ilerledikçe bildiği
şeylerin niceliğinde ve niteliğinde bir artış olmuyor. Fakat dünya
değişmekte, bazı gençler yeni kavramlardan söz açıyor, bazı eski kavramlar
deformasyona uğratılıyor, tüketiciler yeni şeyler tüketmek istiyor ve buna
karşın üreticiler de yeni şeyler üretmek zorunda, yeni liderler, yeni
çatışmalar, yeni silahlar… Fakat bu adam yeniliğe karşı, herhangi bir şeyin
“yeni” olabileceğine –bütün bütün “yeni” diye nitelenebileceğine- inanmıyor.
Hatta “yenilik” yolunda bir kıvılcım gördüğü anda öfkeleniyor; belki de
kendisinin eskidiğini bildiği için daha da çok öfkeleniyor… Peki,
karşısındakileri neyle etkileyecek, kendisine hayran olunmasını nasıl
sağlayacak, “sürekli saygı”yı nasıl elde edecek, bu adam ne yapacak?
Bu adam “retorik” yapacak, “tasım”
yapacak;
“Dünyada tartışılmayan bir konu kalmamıştır”
sözüne inanıyor. “Önemli olan nasıl tartışıldığı!” diye düşünüyor. (Nasıl
kopyalandığı…) Bir konu hakkında konuşurken en az iki öncül önermeyi
üçüncüsüyle birlikte sunuyor, tarihi öncülleri kopyalıyor; öncüllerin
tarihine, iknasına güveniyor. Sakin sakin, yavaş yavaş anlatıyor ve
dinleyicisini arada bir de olsa onurlandırmaya çalışıyor, “Haklısın, ama
şunu da…” diye girişiyor ve bahsettiği şeylerin tecrübe edilmiş şeyler
olduğunu sürekli karşısındakine mesaj olarak sunuyor. Avuç içlerini
gösteriyor tartıştığı “yenilik savunucusu”na…
Sonra “yeni”lerin söylemlerini alıyor ve kendi
dizgesine kopyalıyor; eski ile yeni arasında “zaten bu ve…” ya da “yahu onun…” benzeri öbeklerle
ilişkiler kuruyor. “Bir de şöyle
düşünelim…” ya da “o böyle
olmamış mıydı?” diyerek odakları kendi rutinine getiriyor, kopyalıyor;
ilişkilendiriyor ve bırakıyor, eviriyor ve bırakıyor, ağzından giriyor,
burnundan çıkıyor karşısındakinin... Böylece “yeni”nin savunucusu artık
bizim elli yaşındaki adamın gerçekliğinin, öncüllerinin içinde mücadele
etmek zorunda… Tabii ki kaybediyor, ikna ediliyor savunucu… (Belki de
sıkılıyor, bu öncüllerle savaşmak istemiyor, çekip gidiyor…) Bizim adam ise
“yeniyi eskiye/kendine devşirdiği” için mutlu… Bunu da sadece “eski
dizgeleri, öncülleri” kopyalayarak, “bağlaç”ları ayarlayarak, akort ederek,
bağlaç öbekleri oluşturarak yapıyor. İçeriğin değil de “içeriğin aktarım
biçimleri” konusunda ustalaşıyor… “Kavram”ların değil de “ilişkilerin” ve
“bağlaç öbekleri”nin ilmini
biliyor. Bağlaçları kavramların arasına kopyalamanın…
Böylece sürüp gidiyor, zaman geçiyor. Bizim
elli yaşındaki retorikçi, altmış yaşına geldiğinde bir “retorik arsızı” olup
çıkıyor: Gerçeklerle işi yok artık, tek yaptığı gerçeklerin
etrafında/çeperinde dolaşmak, turlamak ve ustaca
kopyalamak…
ZAFER
YALÇINPINAR