Zafer Yalçınpınar’ın “LİVAR” adlı ilk şiir kitabı yayımlandı.
Ayrıntılı Bilgi
İçin;
https://www.lotuskitap.com/yayinlar/livar.htm adresini
ziyaret edebilirsiniz.
Lotus Yayınevi için;
Bayındır Sokak 27/3
Kızılay/Ankara
Tel: +90 (312) 431 27 50 Faks: (312) 431 27
12
Mektup
Adresi: P.K 90
Maltepe (06572) ANKARA
E-posta: lotus@lotuskitap.com
Online satış noktası:
NET KİTAP:
https://www.netkitap.com/kitap/71892/livar.htm
KİTAPYURDU:
https://kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=115818&sa=20933584&session=68307367381214126231&LogID=
M. DAVUT YÜCEL: “Livar”, çıkan
ilk şiir kitabın. Daha evvel yayımladığın öykü kitapların, anlatı kitapların
var. Öyküyü, nesrin alt başlığı olarak aldığımızda, şiire ya da şiirsel
olana atılan bir adım olarak ayırabiliriz. Bu anlamda öykülerinde de şiirsel
bir tat var zaten. Ancak yine de üç adet şiir kitabı çıkartmış birinin
sonradan bir öykü kitabı çıkartmasından daha az dikkat çekici bence bu
(Tabii bunu söylerken bir yandan da yayımladığın şiirleri gözden kaçırıyor
değiliz.). Bu açıdan baktığımızda öykü ve/ya da şiir yazmayı, birbirine
bağlılıkları ya da ayrılıkları hakkında, senin yazma sürecini de dahil
ederek, neler söylersin?
ZAFER YALÇINPINAR: Zekice bir bulguya ulaşmışsın. Bak, ben yaşamın
içinde yuvarlanan, debelenen, gidip gelen bir adamım. Bazı olaylar ve görüngüler var ki
bunlar ancak şiirsel bir dille ya da bizzat şiirin kendisiyle ortaya
konmalıdır. Öykü dili ve kurgusu -yani şu bildiğimiz inşaat düzeneği- bazı
görüngüleri açıklamaya, istediğimiz hızda ve dozajda ortaya koymamıza
yetmez. Ama şiir apansız varoluşuyla bunları anlatabilecek güçtedir. Öykü
bana çoğu zaman fazla nizami ya da askeri geliyor. Didaktik eleştirmenlerin
yapısalcı ve şematik yaklaşımları da bugün öyküye böyle bakılmasını sağladı.
Oysa ki “Julio Cortazar” diye bir adam var! Eleştirmenler neden bu adamın
büyüklüğünü ölçemiyorlar, açıklayamıyorlar? Çünkü “gündelik hayatın ustası”
değiller, gündelik hayattaki şiiri fark edemiyorlar. O ünlü dilbilimciler,
Cortazar’ın “Clone” adlı öyküsündeki gizleri neden fark edemiyorlar? Çünkü
müzisyen değiller, çünkü cazı ve cazın şiirselliğini bilmiyorlar. Şunu demek
istiyorum; şiir bir dağın röntgenini çekmek ve görüngülere bu yolla
bakmaktır. Öykücülük ise bir dağın içini araştırmak için belirli yerlerden
sondajlar yapmaktır, görüngülere mühendis gibi yaklaşmaktır. Bu ikisinin
arasındaki tek benzerlik ise “Tipoloji bilgisi”dir. Ece Ayhan’ın şu sözünü tekrar
edeyim; “Tipolojiyi bilen kazanır.”
M.D.Y:
Denizi seviyorsun. Bu sevgi kitabına da sirayet etmiş durumda. Şiirde
deniz senin için neyin ifadesi?
Z.Y.
: Çocukluğumun ve
yeniyetmeliğimin kayda değer bir bölümü denizin üzerinde geçti. Babamın en
büyük merakı teknecilikle, balıkçılıkla ve denizle ilişkilidir. Amcam ve
dedemden ailemize yadigâr kalan bir teknemiz var. Babam için oltalarının ve
teknesinin bakımı, siyasetten, bankadaki mevduatından ve o paranın
yönetiminden en az on kat daha önemlidir. İşte ben de böyle bir adamın
oğluyum.
Deniz, benim için, boğazlarıyla, kıyılarıyla,
ırmaklarıyla, limanlarıyla, “argos”uyla, tarihiyle, deyişleriyle,
terimleriyle, tekneleriyle, oltalarıyla, balıklarıyla ve balıkçılık
tipolojisiyle birlikte “akışkan”
veya “devingen” bir bütünün ta kendisidir. Yani deniz, kara benzeri
bir durağanlık içinde değildir ve denizin hareketleri karanınkiler gibi
atonal eğilimli değildir, armoniktir. Ayrıca “deniz”, tıpkı “gökyüzü”nün
varlığı gibi bütünsel bir büyüklüğü ve genişliği de ifade ediyor bende.
Öylesine geniş…
Bir şiirinde Serdar Koçak “uçan sandallar”
ifadesini kullanmıştır. Bunu çoğu kimse ya hiç anlamadı ya da yanlış anladı.
Gündüz vakti, bulutlarıyla birlikte gökyüzü denize yansıdığında, denizde bulunan bir tekne
gökyüzündeymiş gibi olur, yani uçar. Serdar Koçak’ın bu tamlaması, şiirsel
ve imgesel olarak denizi yeniden “göz önüne” almamı sağlamıştır.
Bugün, insanlığımız toprağın ve doğanın canını
almak/yakmak için garip bir mühendislik iştahıyla toprağa türlü türlü
işkenceler yapıyor. Bunu da girişimcilik veya yatırım mantığına bağlıyorlar.
Oysaki mesele düpedüz açgözlülüktür. Üstelik söz ettiğim bu aç gözlülüğü de
yöntemli ve planlı bir şekilde icra ediyorlar. Sabancı öldüğünde ve mezarına
gömüldüğünde kendi kendime şöyle demiştim; “Heh, Sabancı Bey, şimdi ayvayı
yedin; toprağın senden alacağı intikam çok fena
olacak!”
Buna karşılık, denize karada olduğu
kadar güçlü hücum edemediler. Edemezler de. Deniz sallantıdadır ve örneğin,
denizde kişisel mülkiyet yoktur. Deniz herkesindir, denizin kanunları yazılı
ya da yazısız olmak üzere başka esaslar veya dengeler üzerine kurulmuştur.
Şu bizim ülkemizde, yani “emlak cumhuriyeti”mizde bir dönüm arsa için
birbirini kesen, parçalayan ve gömen insanlar, mafyalar vardır. Denizde ise
böylesine büyük bir kıyım yoktur.
Ancak, LİVAR’daki “Gece Denizi” algısı ise daha
farklı bir yerden geliyor. Bir gece adadaki yazlığımızın bulunduğu koydan
yola çıkıp merkeze doğru yürürken simsiyah gece denizi gözüme bir “mürekkep”
olarak göründü ve yürüyüşüm boyunca bana eşlik etti. Israrla “Beni dinle ve
beni anla!” der gibiydi. Ben de onu anlamaya ya da çoğunlukla “sezmeye”
çalışıyorum. Şiirlerimde yaptığım şey, geceyi, denizi ve onların tınılarını
anlatmaya ya da sezdirmeye çalışmak…
M.D.Y:
Aynı şekilde yalnızlık düşüncesi ya da teması da hâkim şiirlerine. Bu
yalnızlık korkulu bir yalnızlık mı, endişeli bir bekleyiş mi yoksa bir kader
mi, nedir biraz anlatabilir misin?
Z.Y.
: Genelde “yalnızlık” ile “tek
başına olmak” birbirine karıştırılıyor. Ben yalnız bir adam değilim, ama
çoğu durumda, çoğu şeye karşı “tek başına” olduğum ya da “tek başıma”
kaldığım söylenebilir. Yalnızlık kuyusundan düpedüz bahsetmekten kaçınıyorum
ve evet, fazla ıssız, fazla kuytu, köşeye sıkışmış olmak… İnsan kendisiyle
baş başa kaldığında ve kendini kandırmadan “iyice bir” düşündüğünde, varoluş
zonklamasından, ötekilerden ya da “memleketin hâli”nden endişelenmez de ne
yapar? Geçenlerde Emil Michel Cioran’ın “Burukluk” adlı eserinde okuduğum şu
söz beni çok etkiledi; “Eğer Nuh biraz ileri görüşlü bir adam olsaydı, o
gemiyi batırırdı!”. Bilmem anlatabildim mi…
M.D.Y:
Kitabın isminden yola çıktığımızda, bu toplama dâhil ettiğin şiirler
kurtarılmış olanlar mı?
Z.Y.
: Kitabın isminin kısa
hikâyesi şöyle: Çocukluğumda, babamla balığa çıktığım günlerden birinde
kaşık oltasıyla bir Kofana yakalamıştık. Balığı oltadan kurtarıp teknemizin
LİVAR’ının içine koyduk. Ben de elime bir ıskarmoz alıp livardaki kofanayla
oynamaya başladım. Lüfer soylu balıklar çok vahşi olurlar. Balık gelip
elimdeki ıskarmoza kafa atıyor, bazen de gövdesini yarı yarıya suyun üzerine
çıkarıyordu. Vahşi, dinamik, canlı ve muhteşemdi… İşte benim Livar’ımdaki
şiirler de böylesine dinamik olanlar; anlattığım hikâyedekine benzer bir
canlılık ihtiva eden ve belki de debelenip duran şiirleri aldım LİVAR adlı
dosyama… Kısacası o şiirler ve işler kurtarılmış olanlar değil, aksine,
yakalanmış olanlardır.
M.D.Y:
Kitabın “Çalgıdönüm” isimli bölümünün girişinde yer alan Sting’e ait
iki paragraflık metinde; müzisyen olarak kendilerinin yaptıkları müzikle,
aslında sessizliği vurguladıklarını söylüyor. Senin şiirine baktığımızda da
böyle bir sessizliği vurgulama durumu seziliyor. Şiirlerinde yer alan
susları, ses boşluklarını, anlam boşluklarını, duraksamaları düşünürsek;
sessizliği vurgulamak düşüncesi senin için ne tür bir amaç ve bu amacın
nihayetinde metin ile anlam arasında bir tür prozodi oluştuğunu söyleyebilir
miyiz?
Z.Y.
: Konuyu matematikçi gibi
“örten fonksiyon” mantığıyla ele alıp kontrpuan bilgisinden yola çıkarsak
“prozodi” oluştuğunu söyleyebiliriz. Ama benim peşinde olduğum ve
kullandığım zaten “anlam kayması”yla yürüyen bir şey… Dizelerimde “aksak bir
anlam” söz konusudur. Biliyorsun, anlamın yerine sezgiyi koymak gerekiyor.
Yeter ki istediğim duygudurum geçişlerini ya da tınılarını yansıtabileyim.
Gerisi laftır.
M.D.Y:
Müziğe ve özelde caza olan ilgini biliyorum. Şiirlerini kurarken de o
alana ait bir takım şeylerden faydalandığını yazmıştın bir keresinde. Bu
anlamda, evet, şiirine ilişkin
bir takım denemelerde/açılımlarda bulunmaktan kaçınmıyorsun (görsel şiiri şu
an için konu dışı tutuyorum). Deneysel olanın sende, şiir düşüncende yeri
nedir?
Z.Y.
: Mesele sanıldığı kadar karışık değil
aslında; deneysellik olarak
görülen şey, caza olan ilgimi,
müzisyenlik geçmişimi ve bu izlekten öğrendiğim tuşeleri ya da “coşku
dönemeçleri”ni şiirlerime yansıtmaya çalışmamdan başka bir şey değil.
Aslında yaşamsal, geçmişimle ilgili bir şey bu… Ben caz davulcularını ve
onların tuşesini çok takip ettim.
Davul cümlelerinin veya senkopların nerede, nasıl tınıdığını iyi
bilirim. Bir ritm, bir şarkının “köprü” bölümündeki köşeler, bir hi-hat’teki
sektirmeler, bir şarkının “verse” bölümündeki tekrarlar ve yükselişteki koro
duygusu, bir atak ya da bir senkoptan sonraki “sus”… Bunlar benim için çok
önemli şeylerdir. Bir de çalgıların tınısı önemlidir. Kontrbas ile trompet
en sevdiğim çalgılardır. Ayrıca, üflemeli çalgıları çok içten
ve şiirsel bulurum. Zurna da buna dâhildir. “Çalgıdönüm” bu tip müzikal
benzetmelerin ve çalgıların mevsimlerle eşleşmesinden başka bir şey
değildir. Bunu akıl etmek de, ne bileyim, geçmişimden gelenlerin
pekiştirmesi, bir çeşit sezgisel yetidir… Örneğin Patricia Barber’ın “The
Moon” adlı şarkısının girişindeki kontrbas ezgisi kafamın içinde “bakar
yüzün/oyuk oyuk” dizeleriyle birlikte tınıyor. O dinlediğim ezgiyi kafamın
içindeki dizeyle birlikte baş başa buluyorum birden… Bu nasıl oluyor, ben de
gerçekten bilmiyorum. Şunu da eklemek isterim; en son “Ece Ayhan İçin Bir
Davul Cümlesi” adında bir şiir tamamladım. Bu şiiri okuyan bir davulcu bunun
hiç de deneysel bir şiir olmadığını anlar. Ama siz bunu deneysel olarak
algılıyorsunuz…
M.D.Y:
Şiirinin müzik ile olan ilişkisinden bahsettik. Bir de sanki bir
tiyatro oyununun sahneleri oynanıyormuş gibi ya da kısa metrajlı bir filmin
çekimleri yapılıyormuş gibi etki oluşuyor zihnimde. Önce bu alanlarda da
çalışmalarının olup olmadığını sorayım. Şu an üzerinde çalıştığın ya da
ilerisi için düşündüğün bir şey var mı?
Z.Y.
: Sanırım, üzerinde oluşan söz
konusu etki şiirlerimdeki bazı atmosfer odaklanmalarından kaynaklanıyor. Kesinlikle böyle bir fikrim ya da
planım yok. Olmasını da istemem. Bazı kişisel sebeplerden dolayı
tiyatroculardan nefret ediyorum. Özellikle de başarısız tiyatroculardan ve
senaryo yazarlarından… Yaşamın kurgusu ve mimikleri tiyatrolardaki gibi
değil; yaşamın replikleri tiyatrocuların ya da senaryo yazarlarının ortalama
zekâya yönelik kurduğu turşular gibi değildir. “Gösteri toplumu” kavramından
hiç söz açmayacağım, çünkü içinden çıkamayız…
M.D.Y:
Tekrar konuya dönecek olursak; kendi dilini konuşan, kendi müziğini
çalan, kendi senaryosunu yazan bir bütün var karşımızda. Ve aynı zamanda
şair oradaki duyguya da hakim, duygu başıboş bırakılmamış. Şiirlere
‘-sus-’lar veriliyor, kesiliyor, bölünüyor. Bütün bunlar şiirde
birleştiğinde de bir tür sınırsızlığı ya da sınırları zorlamayı
(metinlerarasılıktan alanlararasılığa geçiş) çağrıştırıyor. Umberto Eco’nun
“Okura tek bir anlamın kendini zorla kabul ettirmesini önlemek gerekir”
deyişini hatırlamak gerekir belki burada. Bu, şiir olumlayan bir özellik bu
anlamda. Görsel şiir için de düşünecek olursak, alanlararasılığı yoğun
şekilde hissedildiğini söyleyebiliriz. Şiirlerindeki bu çağrışım zenginliği
için ne söylersin?
Z.Y.
: Bu durum eklektiktir, aksak
bir kolâjdır ve sıkılgan, saplantılı bir adamın elindekilerle ne
yapabileceğini düşünmesinin sonucudur: Dolaşımdaki tümce yapılarını,
görüngüleri ve düşünce dizgesini -belli ilkelere bağlılıkla- nasıl
kaydıracağını ya da eğeleyip aşındıracağını sürekli düşünen bir adamın
başıbozukluk zenginliğinden başka bir şey değildir.
M.D.Y:
Yukarıda saydıklarımızdan olsa gerek, şiirinde anlamın sayfaya,
bütüne yayıldığını da söyleyebilir miyiz?
Z.Y.
: Söyleyebiliriz, ama her
şiirim veya her dizemin uzantısı için bu söylem geçerli değil. Boşluğu
vurgulamaya çalıştığım bazı dizelerim için geçerli bu… Ancak, görsel şiir
kuramında şöyle bir ilke de var: “Görsel Şiir’de ilk dize, sayfa düzleminin
üzerindeki herhangi bir koordinattır.”
M.D.Y:
İkinci şiir kitabını ne zaman elimize alıyoruz peki? Ya da elimize
alacağımız kitap ne üzerine olacak?
Z.Y.
: İkinci şiir kitabımı henüz
bilmiyorum, yani henüz öyle bir şey yok. Livar’ın dosyalaşması dört sene
kadar sürdü. Uzun bir süre şiir kitabı yayımlayacağımı sanmıyorum. Şimdi, “Adabeyi” adında bir
“novella” ya da “uzun öykü” yazmaya başladım. Sırası gelmişken söyleyeyim;
ben roman türünü sevmiyorum, roman yapısı bana çok yavaş ve dekoratif
geliyor. Onun yerine “Novella” biçimi, kurgusu bana daha uygun. Ayrıca, bu aralar defterlerimle de çok
ilgileniyorum, defterlerimdeki anlatıları, anıları, çizimleri ve tümceleri
ne yapacağımı da hiç bilmiyorum. Kısacası, ne olacak, yazdıklarım ne zaman,
nasıl yayımlanacak, pek kestiremiyorum.
M.D.Y:
Kitabın son bölümü olan ‘Tepegöz’de, on iki adet görsel şiirin yer
alıyor. Bu çalışmalarında çok çeşitli teknikler kullanmıyorsun, genel olarak
görsel bir takım malzemeler ile tipografik malzemenin birleştiği çalışmalar.
Orada oluşturmayı amaçladığın dünya nedir?
Z.Y. : İnan ki bilmiyorum. Görsel
şiir kuramıyla ilgili tutarlı ve çelişkisiz bir şeyler söyleyebilecek
birikime henüz sahip değilim. Belki ileride… Ama görsel işlerimde
oluşturmaya çalıştığım dünya hakkında şunu söyleyebilirim: Bir adam geliyor
bir davula vuruyor, bir sene sonra gelip aynı davula bir kere daha vuruyor.
Arada oluşan boşluk ve orada yuvalanan kimya, coşku, uzam, denge, likidite…
Sanırım, bunları göstermeye, bunları nitelemeye çalışıyorum.
M.D.Y:
Görsel olan “nesne” ile şiirin –ya da şiirselliğin- birleşmesi;
maddeleşmesi ya da klasik deyişle dünyevileşmesi, bu tarz çalışmalara ‘iş’
denmesinin sebebi midir? Ya da senin için görsel şiir öyle
midir?
Z.Y.
: Bu konuda Serkan Işın’ın
sözleri çok önemlidir. Monokl’ın ilk sayısında onun “Şiirde İş” adlı bir
yazısı vardır. O yazı “iş”
tanımlamasını ortaya çok düzgünce koyuyor. İsteyen o yazıyı okuyabilir… Bir
de, tabii ya, benim bunlara “iş” deyişimin altında bir güvensizlik kıvılcımı
da yok değil…
M.D.Y:
Tavır ve amacı itibariyle görsel şiir direkt olarak hayatın kendini
vermektedir, göstermektedir. Bu anlamda göstergenin soyuttan somuta
geçmesiyle anlam dağarcığı belli göndermeler dışında zihinde fırtınalar
yaratma yetisini de kayıp mı etmiştir yoksa aslında anlamı sonsuz sayıya mı
çıkartmıştır?
Z.Y.
: Görsel şiir, bence, şiirsel
algının ya da sezginin osiloskobudur. Sanırım, bu osiloskobun da alt ve üst
sınırları vardır. Bir de ben
matematikteki şu sözü çok severim: “Sebepler zinciri sonsuz
değildir!”
M.D.Y:
Bu işlerinde neyi, nasıl
değerlendiriyorsun?
Z.Y.
: Görsel işlerimde
duygudurumların tınısını “dengesel” olarak yerlemlemeye çalışıyorum. Görsel
işlerimdeki “Ş” harfinin yerlemi İlhan Berk’in “Şiir bir tuğlanın
minareden aşağıya atılmasında ama yere düşmemesindedir, havada asılı
kalmasındadır” fikrinin
yansımasıdır. Şiir dengesi işlerimde müzik var. Bunu kimse fark etmiyor.
Aslında en sıkı “müzikal tuşe”ler şiir dengesi başlığı adı altında
topladığım görsel işlerimde yuvalanmış durumdadır.
M.D.Y:
Görsel işlerini hazırlarken maddede ya da nesnede bir söyleyiş biçimi
mi oluşturmayı hedeflersin yoksa işin kendisi direk madde ya da nesne mi
olur? Bu işlerin oluşum süreci nasıl işler sende?
Z.Y.
: Sanırım ilki… Ama, şu
“oluşum süreci” meselesini atlayalım. Çünkü, inan ki ben de ne yaptığımdan
ve nasıl yaptığımdan henüz emin değilim. Bendeki “görsel iş” sürecinin veya
denkleminin büyük bir kısmı hâlâ stokastik değişkenlerden
oluşuyor.
M.D.Y:
Görsel şiir; şaire, ressama, grafik tasarımcısına, mimara,
kaligrafi/hat sanatçılarına hatta romancıya, öykücüye seslenen kendinden bir
şeyler bulabileceği bir alan. Bu çok yönlülüğü nasıl değerlendiriyorsun?
Z.Y.
: Bu zenginliğe “doğuşkanlık” denir. Görsel şiir
müthiş canlı ve dinamik bir alandır. Yeni bir meydan ya da bir panayır,
büyük bir devinim, bir karınca yuvası… Çok sıkı bir verim ve soyutlama
alanı… Herkes buna bilgisi ve tekniği ölçüsünde paydaş olmak isteyecektir.
Hatta, ağızlarına doladıkları şu “inovasyon” sözcüğüyle birlikte bu işe
yakında mühendisler de karışacaktır. Öyle görüyorum
ben.
M.D.Y:
Görsel şiirin Türk şiirine katkısı nedir
sence?
Z.Y.
: Bence, görsel çalışmalarla
birlikte şu eski sözel şiirden ve onun retoriklerinden uzaklaşmanın bir
aşaması daha tamamlanmış oldu. Görsel Şiir, tekniğin cehenneminden uzak olan
“gölbaşı şairleri”nin ve “retorik arsızları”nın karşısına sağlam bir söylem
ve uygulama alanı olarak çıktı. Edebiyat kâhyaları ve şairler, şiirlerini ve imgelerini bir kez
daha düşünüp, dizelerini akort etmek zorunda kaldılar. Bu durum, açık
söyleyeyim, Serkan Işın’ın ısrarı, cesareti, başarısı ve tokadıdır. Serkan
Işın görsel şiiri icat etmedi, kendini görsel şiirde buldu, oraya kadar
gidebildi.
M.D.Y:
Görsel ya da somut şiirin bulunduğu yola şöyle bir baktığımızda,
bunun gittikçe halktan koptuğunu ya da kopacağını, şiirin belli bir kesim
dışında anlaşılmaz kalacağını söyleyebilir miyiz?
Z.Y.
: Söyleyebiliriz. Ama bunu biz
yaratmadık. Tarihte şair hep tek başına kalmıştır, toplumla arasındaki
ilişki aksaktır ve şairler birbiriyle kavga halindedirler. Biz kimseyi hor
görmedik ama herkes bizi “hor görmek” ya da “yok saymak” eğilimindedir. Bu
uzaklık “edebiyat kâhyaları” yani editörler tarafından icat edildi. Bu
durumun kaynağı ya da başlangıcı bizim yaptığımız ettiğimiz şeyler
değil. Tüketim toplumu, çıkar
çatışmaları, sığlık ve bu tip
şeylere angaje olan editörler var… Ama bazen, özellikle de son zamanlarda
“Yahu, böylesi daha iyi!” dediğim de oluyor. “Ortalama zekâ” ve “edebiyat
kâhyaları” ile kesişim noktalarımı akort etmeye ihtiyacım yok. Birilerinin
hizasına gelecek de değilim…
M.D.Y:
Görsel şiir, şiir metinlerinde yer alan harflerin özel olarak
biçimsel boyutlarda kullanılmalarıyla kendini gösterdi ilk olarak.
Somut/Görsel şiirin malzemesi yine metne dahil olan ya da olmayan ama her
hâlükarda metne ait olan harfler idi. Fakat bu büyük bir değişime uğramakta.
Bu şu demek, şiir olan bir şey aslında şiir gibi de değil. Bunun için
sınırsızlığın bir ürünü, çağın bir görünümü diyebiliriz. Tabi bu farklı
açılardan okunabilir. Sen bu sınırsızlık hakkında neler
düşünüyorsun?
Z.Y.
: Ben bu sınırsızlığı “armonik
kaosun mazgalı” olarak görüyorum. Tınısı kulağıma böyle geliyor. Bir de
şöyle bir düşüncem var; günümüzdeki kavram karmaşasını düzeltmek için bir
milyon kişi hayatlarının başından sonuna dek tam zamanlı ve eşanlı olarak
çalışsalar bile bu işi beceremezler.
Öyleyse ben, tek başıma, hiçbir şeyi beceremem; tek başıma kalmaktan
başka…