ESKİDEN
FAKİR YOKTU, ÇÜNKÜ DENİZDE BALIK ÇOKTU…
Vecdi
Çıracıoğlu “Oltacı Miran ve Sarıkanat” adlı öyküsüyle İzmir Foça
Belediyesi’nin düzenlediği “Deniz Öyküsü Yarışması”nda birincilik ödülü
kazandı. Kendisiyle “deniz insanı” ve “balıkçılık kültürü” üzerine
söyleştik.
Zafer Yalçınpınar: Daha önceki
söyleşilerinizden ve “Nehirler Denize Kavuştuğunda” adlı öykü kitabınızın
içeriğinden İstanbul Boğazı’na –özellikle de Rumeli Hisarı’na- olan
yakınlığınızı biliyoruz. Öncelikle “Corum” denen şeyi sorarak başlamak
istiyorum; “İstanbul Boğazı’nın corum dönemlerine” bir çeşit “coşku” olarak
bakabilir miyiz? “Corum zamanlarından, bu canlılığın ya da hareketliliğin
tarihinden biraz bahseder misiniz?
Vecdi Çıracıoğlu: Denizde büyük balığın küçük balığı
sıkıştırmasından kaynaklanan bir nevi karmaşadır ‘corum’. Bu, İstanbul
balıkçılarının ağzıdır. Kimi balıkçılar buna ‘cürüm’ der. Bu olay yani
balıkların birbirini sıkıştırması Karadeniz’in belli yerlerinde başka başka
adlar almıştır. Amasra’da ‘comburtu’ ve ‘oynak’, Rize’de ‘Kaynama’ ve
‘Kaynantı’, Kurcaşile’de ‘Sıçraşma’ gibi…
İstanbul Boğazı’nda ki ben Boğaz’ın suyuna
Delisu diyorum, yazdıklarımda da öyle geçer, gerçekten deli deli kaynardı.
Bu söylediğin gibi gerçekten doğanın denize bahşettiği bir coşkunluk, bir
şölendi. Bu şölenden doğa payını aldığı gibi denizden olsun, karadan olsun
insanlar da payını ziyadesiyle alır, sebeplenirlerdi.
Doğanın binlerce yıllık denizdeki
geleneklerinden biri de palamut ve lüfer şürekâlarının Akdeniz, Ege, Marmara
ve Karadeniz’deki çevrimsel seferi hareketidir. Bu harekette sürüler ürer,
yağlanır, büyür ve tekrar üreyerek soylarının devamını sağlarlar. İşte bu
harekâtın Marmara’dan Karadeniz’e çıkışlarına ‘Anavaşya’, inişlerine ise
‘Katavaşya’ deniliyor. Anavaşya ve Katavaşya zamanı Boğaz kanallarında
suların ısınmasını bekleyen sürüler halindeki büyük balıklar, gizlendikleri
yerden çıkarak küçük balık sürülerine saldırırlar.
İşte, en çok yarım saat süren bu hengâmeye
Boğaz yöresinin balıkçıları ‘Corum’ tabirini kullanırlar. Gerek denizden,
gerekse karadan bu manzaraya bakanlar, dünyanın en büyük akvaryumuyla karşı
karşıyadırlar. Yeşilimsi mavi deniz aniden gri bir renge bürünür. Zira
denizin üstü kuyrukları hariç tüm bedenleri denizin üzerinde kaçan binlerce
balıkla kaplanır. Denizden avlananların dışında kıyıda insanlar ellerindeki
oltalar ve kepçelerle bugünün insanlarının hayallerinde bile göremeyeceği
kadar çok balık yakalarlardı.
İlk çağlarda Haliç’in ağzında gerçekleşen torik
balığı corumundan ötürü Haliç’in adını ‘Altın Boynuz’ koymuşlar. Boğaz’da
artık ‘corum’lar yok. Seksenli yıllardan bu yana corum balıklarının binlerce
yıllık kalıtımsal yolu biz insanlar tarafından, yanlış avlanma yolları ve
katliamlarla yok edildi.
Denizle iç içe yaşayanın ve “İstanbul’daki
deniz insanı”nın bugünkü sıkıntıları nelerdir? Son birkaç sene içinde
ekmeğini denizden çıkaranların –balıkçıların, teknecilerin ve oltacıların-
mizacında veya yaşam koşullarında belirgin bir değişiklik oldu
mu?
Bugünkü denizde yaşanan ve denizle ilgili gerek
ondan yaşamlarını sağlayanlar ve gerekse o dünyanın sahipleri için sorunlar
geçmişte bilinçsizce yapılan avlar ve sahip çıkılmamadan kaynaklanmaktadır.
Büyüğü, küçüğü denilmeden aç gözlülükle yapılan katliamlardan
kaynaklanmaktadır. Son yıllarda konan balık avı yasakları denize bir nebze
olsun nefes aldırmıştır. Denizlerden büyük avlar umanlar büyük yatırımlar
yaparlar ki, bunlar tekne ve takım yatırımlarıdır. Onların sorunları, ilgili
bakanlık, kuruluş ve su ürünleri tarafından alınan kararlarla geç de olsa
hayata geçiriliyor artık. Yüzölçümü ve denizle olan kıyı şeridi uzunluğu
olarak ülkemizden çok az değere sahip ülkelerin deniz ürünlerinden yıllık
kazançları ortadadır.
Beni asıl ilgilendiren, kıyı insanlarının,
halkın denizle olan ilişkilerindeki olumsuzluklardır. Son birkaç yıl
içersinde olta ve sandal balıkçılarının derdi, kıyı şeritlerindeki sandal ve
balıkçı barınaklarının betonla doldurularak yok edilmeleridir. Bunun en
çarpıcı örneğini Rumeli Hisarı’nda yaşamaktayız. Bebek’ten Hisar yalı boyuna
kadar deniz doldurulmuştur.
Sandal, denizi seven, denizle aşkı, bir bağı
olan bir insanın ona ulaşma, üzerinde kendinle baş başa kalmanın bir
aracıdır. Nasıl bir yazarın kalemi kâğıda ulaşmada, bir ressamın fırçası
tuvale ulaşmada, bir müzisyenin sazı melodiyle arada bir araçsa, sandal da
bir insanın denizle kıyı arasındaki bağlantısıdır. Tüm sahil şeridinden
çekçek yerleri, felekler kaldırılıyor, sandallar belediyelerin çöplüklerine
kaldırılarak denize doğru beton çıkmalar yapılıyor.
Denizle ilişkisi olan bir insanın denizle
ilişkisi kesilirse, hiç şüphe yoktur ki, onun mizacı dolayısıyla yaşam
koşulları da değişir.
Ben
her zaman balıkçılığı bir “zanaat” olarak düşünmüşümdür. Fakat İstanbul
genelinde ağızdan ağza dolaşan bir söylem olduğu için soruyorum; “işsizlik
ya da avarelik” ile “balıkçılık arasında gerçek bir bağıntı var
mıdır?
İnsanların denizin üzerinde kendilerini özgür
hissetmeleri, rahat hareket etmeleri ve tek eşit oldukları yerdir deniz.
Titanik gemisinin buz dağına çarparak batma olayı beni hep düşündürmüştür.
Kocaman bir geminin içinde kendilerini tasniflemiş, istiflemiş insanlar…
Sonra Poseidon’un(!) garip bir tecellisi. Denize dökülen ve filikalara
sığınan insanlar, nasıl da hemen eşit oluverdiler velenselerin altında
birbirlerine soğuktan sakınmak için sokularak...
Soruna gelecek olursam, balığın olmadığı yerde
balıkçılık, dolayısıyla o zanaat olmaz. İşte yukarıda sözünü ettiğim gibi
sandallar kalkıyor. Zanaatın parçaları art arda yok oluyor. Bugün meramet(ağ
onarımı) yapan, takım yapan kaç insan kaldı Boğaz köylerinde. Eskiden köy
tabiri kullanırlardı Boğaz semtlerine. İşsizlik ekonomik ve sosyolojik bir
sorun, avarelik; kişinin kendi tercihi bir yaşam biçimi, hayata yönelik bir
tutum. İşi olmayan insan ya da avareliğe, başıboş ve hoşluğa meyilli insan
rızkını denizden, denizin ona bahşettiğinden fazlasıyla çıkarırdı ve günü
kurtardığından ve işi olmasa da aç kalmayacağından ‘avare’ olarak
adlandırılabilirdi. Boğaz’ın eskilerinin şöyle bir lafı vardır: “Eskiden
fakir yoktu, çünkü, denizde balık çoktu…”
Şimdi Boğaz köylerinden eser yok… Boğaz’ın
seksene yakın balık türünden eser yok… Dolayısıyla balıkçıların nesli de
tükenmek üzere. Onların da korunmaya alınması denizin korunmaya alınmasından
geçer. Bu koşullarda, işsizlik ve avarelik ile balıkçılık arasında bir
bağlantı kuramayız. O şartlar ortadan çoktan
kalkmıştır.
Ödül
kazanan öykünüzün kahramanı bir Ermeni… Azınlıkların ya da gayrimüslimlerin
“İstanbul Kültürü’ne” katkısı nasıl olmuştur?
Bu soru çok kapsamlı. Önce öyküdeki oltacı
Miran ağabeyden bahsedeyim. Kendisi, yok edilen sahilde tek kalan alameti
farikadır(!). Her gün memurcasına çantasını alır, gelir ve tezgâhını açar.
Ben Rumeli Hisarı’na yetmişli yılların başında taşındığım zaman yüze yakın
gayrimüslim aile yaşıyordu. Bir şekilde bir bir yurtdışına gittiler. Denizi,
balıkçılığı ve ürünlerinin masaya aktarımı gayrimüslim vatandaşlarımızdan
öğrenmişizdir. Deniz ve balık denilince zeytin yağı ilk başta akla gelir.
Biz nasıl et ve iç yağı konusunda uzmansak, onlar da bu konuda uzmandır.
Yemek ve meyhane kültürünün ve edebinin gayrimüslim vatandaşlarımızın
ülkelerini terk edişlerinden sonra ne duruma geldiği
aşikârdır.
Ben kendi payıma deniz ürünleri yemek yapımını
Ermeni vatandaşlarımızdan öğrendiğimi söyleyebilirim.
Öykünüzde yer alan “Çakal Reis” karakteriyle
“Oltacı Miran”ın karşıtlığını nasıl tanımlıyorsunuz? Bugün tüm meslek
dallarında böylesi bir karşıtlıktan söz edebilir
miyiz?
Oltacı Miran, bir kıyı insanı. Tek başına,
Boğaz Köyü’nde pek kimseyle ilişkisi olmayan, sahilden balık yakalamaya
çalışan amatörlere olta ve takımları satan, bu arada kendisi de avlanan ve
akşam çökerken de çilingir sofrasını hazırlayarak demlenen bir Ermeni
vatandaşımız. Azla yetinen bir insan. Gününü kurtaracak kadar balıkla
yetinebilen bir insan. Corum zamanı Çakal Reis’in çevirmesinden şans eseri
kurtulup da oltasına yakalanan tek bir “sarıkanat”ı tekrar geldiği yere
gönderebilecek kadar da gönlü bol!..
Çakal Reis, isminden de anlaşılacağı gibi
hiçbir şeyle yetinmeyen bir tekne reisi. Boğaz’ın sıcak kanal suyuna sahip
ilişken kayanın altında deniz suyunun ısınmasını bekleyen binlerce balıklık
sürüyü ışık oyunlarıyla çıkarıp, çevirerek boğan bir reis. Yakaladığının
doğanın ona verdiğinin bilincinde olmayan ve azla yetinmeyen bir insan.
Çevirdiği balık sürüsünün yarıya yakını doğanın bir cilvesiyle elinden
kaçınca deliye dönüyor.
İktidar hırsının olduğu her yerde bu iki tip
insan varlığıyla karşılaşabiliriz. Yaşamak için iş gerekir. İş için de
meslek… Böylesi bir karşıtlık bütün meslek dallarında yükselmek hırsının ve
erk olmanın arzusunda yattığı için kaçınılmaz vardır. Sosyal olaylar
gelişirken onların kuruluşlarında, siyaset ve politika yapanlarda da vardır.
Tarih boyunca ileri gelen bu olgunun sınırların ve piramitlerin yok olduğu
bir dünyada ortadan kalkacağına inanıyorum.
“Edebiyat ödülleri” ve bu sistematik üzerine
neler düşünüyorsunuz? Kazandığınız bu ödül sizin edebiyat anlayışınızda bir
farklılığa neden oldu mu?
Edebiyat ödüllerini değerlendirirken ödül
kurumunun, çalışma tarzının kirlenmiş olup olmadığına dikkati çekmek, göz
atmak gerekir, diye düşünüyorum. Eğer ödül kurumu az önce sözünü ettiğim
özelliklerin dışındaysa yazan bir insan için çalışmalarını daha da ileriye
götürmesi, daha çok çalışması için itici bir güçtür, bir işaret feneridir,
bir siren sesidir. Okuma oranının çok az olduğu ülkemizde fukara bir yazar
için mutluluk kaynağı olarak sayabiliriz ödülleri.
Ödül, bana göre kazanılmaz verilir. Zaman zaman
her ne kadar eleştirilse de, konulu öykü yarışmaları, ilgili kuruluşlar ve
Türkiye Edebiyatçılar Derneği işbirliğiyle düzenlenmiş, işçi, esnaf, kör,
maden v.b gibi konular işlenmiştir. Foça Belediyesi, değerli edebiyatçı
seçici kurul üyeleriyle ülkemizde bir ilke imza attı. Deniz konulu hikâye
yarışması düzenledi. Bu çok önemli. Zira deniz, insanoğlunun yaşadığı kara
parçalarından üç katı kadar daha fazla bir alan kaplıyor ve derinliğine
gittikçe bilinmezliği daha da artıyor. Bu yüzden gizemi ve engin dünyasıyla
yazanlar için büyük bir kaynak. Bu yarışma bu yılda dahil olmak üzre
önümüzdeki yıllarda da Uluslararası Rastgele Balıkçılık Festivali
kapsamında, Foça Belediyesi tarafından gelenekselleştirilecek ve
ödüllendirilen öyküler kitaplaştırılacak. İki yüz kadar öykücünün katılım
sayısından fazla öyküsünün okunduğu böyle bir yarışma yadsınır
mı?
Daha önce bir roman ve bir öykü ödülü verildi
bana. Bu ödüller, yazmak açısından beni kışkırtmış ve kamçılamış olduğundan
edebiyat anlayışımı hep olumlu yönlendirerek bir farklılığa neden
olmamıştır.
İşbu söyleşi 14 Nisan 2008 tarihli BİRGÜN
GAZETESİ'nde
yayımlanmıştır.
|