BAKIŞSIZ BİR KEDİ KARA
ECE AYHAN
*
"HAY HAK-KINDA!"

 


 



Soyadı ÇAĞLAR. Ayşe Hanım ile Datça malmüdürlerinden Behzat Çağlar’ın oğlu. 1940’ta Çanakkale’den ailesiyle birlikte istanbul’a göç etti. Hırkaişerif Ilkokulu’nu, Zeyrek Ortaokulu’nu ve İstanbul Atatürk (Beyoğlu) Erkek Lisesi’ni (1953) bitirdikten sonra AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu (1959). Aynı yıl İstanbul maiyet memurluğunda stajını tamamladı ve kaymakamlık kursunu bitirdi. 1962’de Gürün’de (Sivas), 1963’te Alaca’da (Çorum) kaymakamlık ve belediye başkanlığı yaptı. Askerliğini yedek subay olarak yaptıktan (1963-65) sonra Çardak (Denizli) kaymakamlığına atandı; 1966’da emekliye sevk edilmesi üzerine istanbul’a gitti. Meydan-Larousse ansiklopedisinde çalıştı; Sinematek’te ve Yeni Sinema dergisinde müdürlük yaptı, kısa bir süre Ağaoğlu ve E yayınlarında redaktör olarak çalıştı. Hastalığı nedeniyle gittiği İsviçre’de iki buçuk yıl kaldı (1974-76); Zürih’te beyin ameliyatı geçirdi. Son günlerini İzmir Büyükşehir Belediyesi Gürçeşme Zübeyde Hanım Huzurevi’nde geçiren Ece Ayhan İzmir Büyükşehir Belediyesi Eşrefpaşa Hastanesi’nde öldü. Çocukluğunu geçirdiği Eceabat’a bağlı Yalova köyünde toprağa verildi.

İlk şiiri Şubat 1954’te Türk Dili’nde çıktı. Varlık, Yenilik, Pazar Postası, Seçilmiş Hikâyeler, a ve Yeditepe dergilerinde yayımladığı şiirleriyle tanındı, İkinci Yeni şiirinin en önemli temsilcisi olarak gösterildiyse de, kendisi "İkinci Yeni" tanımı yerine "Sivil Şiir"i önerdi ve kullandı. Günümüz Türk şiirinin "modern ustalarından biri" olarak adlandırılan şair, ilk şiirlerinden itibaren oluşturduğu kendine özgü dille dikkati çekti (hakkında E. Erenel "Ece Ayhan Sözlüğü"nü,  K. Yalgın-O. Alkaya ise "Çok Eski Adıyladır Sözlüğü"nü hazırladı).

İlk şiir kitabı Kınar Hanım Denizleri’nde 1955-58 yıllarında yazılmış şiirleri yer alır. Kendine özgü tonu daha bu yapıtta belirgindir. Bu tonun öğeleri, dünyaya karanlık bir bakış açısı; usun sınırlarını zorlayan ve sürrealizmiçağrıştıran bir kurgu; tarihe, coğrafyaya, sokak yaşantısına, ekonomiye göndermeler; ölüm ve arzu iç içeliğiyle örülmüş bir lirizmdir. Kitabın yayımlandığı yıllar, Türk şiirinin modern şiir açılımlarını özümsediği, üstlendiği, uyarladığı yıllardır. Bu yenilenme hareketinde E. Ayhan’ın, C. Süreya, S. Karakoç, T. Uyar, E. Cansever, bir önceki kuşaktan I. Berk, o dönemler Garip’in gündelik ve ironik anlayışını terk edip sürrealizme ve daha yoğun bir anlayışa yönelen O. Rifat ve M. C. Anday ile birlikte rolü büyüktür. Böylece İkinci Yeni adını alan akım ortaya çıkmıştır. E. Ayhan’ın ilk yapıtının çağrıştırdığı başka bir yazar da S. F. Abasıyanık’tır.

İlk kitaptan altı yıl sonra yayımlanan Bakışsız Bir Kedi Kara, Türk edebiyatında düzyazı şiirin doruk noktalarından sayılabilir. Şiirsel atmosfer değişmez, ama yoğunluk ve karanlık artmıştır; ilk yapıttaki "kanto" tadı yoktur. Göze çarpan başka bir özellik, cümle yapısının ve genelde Türkçe gramerinin bozulmasıdır. Şiirlerin lirik devinimi, şairin dil üzerindeki bir "bozma" etkinliğiyle birlikte yürümektedir. Bu "çapraz dil" estetik olduğu kadar politik niteliklidir de. Çünkü söz konusu olan, politik bir rejimin ve onun ideolojisinin dayanağı olan standart bir dili yıkmaktır, dile söyleyemeyeceğini söyletmektir. Yirmi yedi bölümden oluşan bir düzyazı şiir dizisi olan Ortodoksluklar’da ise tarih göndermesi öne çıkmaktadır. Bu gönderme, sonraki yapıtlarda da önemini korumayı sürdürecektir. İkinci yapıttaki yoğunluk ve karanlık burada da egemendir. Yapıtın en önemli göndermesi Bizans’tır ve özellikle Bizans’ın başkentidir. Şiddet imgelerinin öne çıktığı bu kitapta göndermelerin hangi tarihsel anlatılara olduğunu çözmeyi zorlaştıran, neredeyse olanaksızlaştıran bir kurgu göze çarpar. Bozulmuş bir gramerin taşıdığı belirsiz göndermeler kimi özel adları ve eylemleri öne çıkarır. P. Avvakum’un Hayatım (1946) ve M. And’ın Bizans Tiyatrosu (1962) adlı yapıtlarının etkileri görülen Ortodoksluklar, modern Türk şiirinin uç deneylerinden biri olarak da değerlendirilebilir. Şairin bu iki kitabı İngilizceye de çevrilmiştir.

Dördüncü kitabı Devlet ve Tabiat ya da Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler E. Ayhan’ın en ünlü kitabıdır. En sevilen şiirlerinin çoğu bu kitapta yer alır ("Yort Savul", "Meçhul Öğrenci Anıtı", "Mor Külhani" vb...). Önceki iki yapıta göre daha "anlaşılır", okur kitlesini olabildiğince genişleten bir yapıttır bu.

Göndermesi açıkça bugünün Türkiye’si ve İstanbul’udur; toplumsal ve politik içerik belirgindir. Yapıt, 12 Mart 1971 döneminin toplumsal ve politik çalkantısına denk düşer. Nâzım Hikmet tarzından tamamen ayrılan bir politik şiir anlayışını öne çıkaran bu anlayış, modern şiirin ve İkinci Yeni’nin söylemsel olanı dışlayarak elde ettiği kazanından hesaba katar. Kitabın üçüncü bölümünde yer alan "Dipyazıları"ysa hem politik, hem de poetik bir manifesto niteliğindedir.

Zambaklı Padişah daha az iddialı bir yapıttır. Buradaki kimi şiirler Kınar Hanımın Denizlerindeki yalınlığı çağrıştırmaktadır. Hemen ardından yayımladığı Çok Eski Adıyladır’m alt başlığı, niteliği konusunda bir ipucu verir: "Meclislikler, Minyatürler". Sondan başa dizilmiş bu kırk iki düzyazı "minyatür" biçim olarak Ortodoksluklar’ı çağrıştırsa da, karanlık atmosfer ve gramer sapmaları görülmez. Göndermeler genellikle Osmanlı döneminedir; bir çeşit politik nitelikli "tarih okumaları" da denilebilir. Ortodoksluklar ve Devlet ve Tabiat’taki gibi, şair tarihteki iktidar oyunlarını ve bu oyunların acı etkilerini vurgulamaktadır. Otuz altıncı şiir "Melahat Geçilmez"de, E. Ayhan’ın sonraki döneminde etkin bir figür olarak ortaya çıkacak olan "Çanakkaleli Melahat "a gönderme vardır. Çanakkaleli Melahat’a İki El Mektup ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi’ndeki dört şiir Devlet ve Tabiat’taki şiirler gibi sıkı örülmüş dizelerden oluşur; göndermeler ise, Çok Eski Adıyladır’da olduğu gibi, Osmanlı döneminedir. Son Şiir-ler’deki "Bir Sivil Şairin Ölümü", Devlet ve Tabiat’taki "Dipyazıları"nı çağrıştırır.

E. Ayhan’ın şiir kitaplarından başka, günceleri, denemeleri ve Morötesi Requiem başlıklı bir de anlatısı vardır. Morötesi Requiem, kendi deyimiyle, bir "kırık dökük anlatı taslağı"dır. Şiirlerinden çok, güncelerini ve denemelerini çağrıştırmakta, poetikası ve politik anlayışı konusunda ipuçları vermektedir. Düşünce, şiir ve anlatı arasında bir yerdedir. Güncelerinde ve denemelerinde, en başta şiir olmak üzere edebiyat, sanat, politika, tarih, ekonomi üzerindeki görüşlerine yer verir. "Sivil şiir", "sıkı şiir", "marjinallik", "etik" gibi belirli kavramları öne çıkarır. Çoğu zaman büyük tartışmalar yaratan bu yazılarda E. Ayhan kendini bir kavga adamı olarak da ortaya koymuştur. Bu yazılarında kendi şiir modellerinin altını çizer. Sinema yazılarını Yeni Sinema dergisinde yayımlamıştır.

E. Ayhan ilk şiirleriyle birlikte eleştirmenlerin ve genel olarak şiir okurlarının ilgisini çekmiş, İkinci Yeni akımının en çok tartışma yaratan şairlerinden biri olmuştur. 1960’lı yılların başından itibaren yenilikçi ve genç şair kuşaklarını, özellikle Devlet ve Tabiat adlı kitabıyla, derin bir biçimde etkilemiştir.


Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi
YKY, Cilt I 345-347


-------------

Ece Ayhan (1931 - 12 Temmuz 2002) Türk şair, etikçi. İkinci Yeni şiir akımının öncülerindendir. Tam adı Ece Ayhan Çağlar'dır. Ece Ayhan, 10 Eylül 1931’de babasının mal müdürlüğü göreviyle bulunduğu Datça’da, ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Behzat Çağlar, Geliboluludur. Annesi Ayşe Hanım’ın baba tarafı Gelibolu’nun Kavak köyünden göçerek Eceabat’ın Yalova köyüne yerleşmiştir. Behzat Bey’in babası ağır ceza mahkemesi başkâtipliği, dedesi de Gelibolu müftülüğü görevlerinde bulunmuşlardır. Ayşe Hanım’ın babası Hafız İbrahim Deniz, yarı çiftçilik, yarı tüccarlıkla uğraşmış, Eceabat’a bağlı Sivli Köyü halkının imam istemesi üzerine, atandığı bu köyde imamlık yapmıştır. 1932’de Küre’ye mal müdürü olarak atanan Behzat Bey, 1933’e kadar sürdürdüğü bu görevinden istifa edip Çanakkale’ye yerleşmiş ve bir avukatın yanında arzuhalcilik yaparak ailesini geçindirmeye çalışmıştır. Ece Ayhan, ilkokula 1938’de Eceabat’ta başlar, ikinci sınıfı Çanakkale’nin İstiklâl İlkokulu’nda okur. Ailesinin 1940 Kasım’ında Çanakkale’den ayrılarak İstanbul’a yerleşmesi üzerine, üçüncü sınıfa Karagümrük / Atikkale’de bulunan “19. İlkokul”da [daha sonraki adı Hırka-i Şerif İlkokulu] devam eder ve ilk öğrenimini bu okulda tamamlar. Orta okulu, Vefa Lisesi’nin karşısında bulunan Zeyrek Ortaokulu’nda; lise öğrenimini de Taksim Lisesi’nde [daha sonraki adlarıyla Beyoğlu Lisesi, İstanbul Atatürk Erkek Lisesi] tamamlar. Yüksek öğrenimine 1953’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başlar ve 1959’da mezun olur. Aynı yıl, İstanbul maiyet memurluğunda başladığı stajını ve kaymakamlık kursunu tamamlar. 1962’de Deniz Hafize Hanım’la evlenir ve kaymakam olarak atandığı Gürün’de (Sivas) göreve başlar. 1963’te Alaca’da (Çorum) kaymakamlık ve belediye başkanlığı görevlerine atanır; aynı yıl tek çocuğu olan Ege dünyaya gelir. 1964’te Tuzla Piyade Okulu’nda yedek subay öğrenci olarak başladığı askerlik hizmetini tamamlar ve 1965’te Çardak (Denizli) kaymakamlığına atanır. Disiplinli bir yaşam tarzı ve memurluk hayatı, edebiyat çevrelerinde bugün de “hırçın şair”, “huysuz şair” olarak anılan Ece Ayhan’ın yaradılış özelliğiyle bağdaşmayacak olgulardır. Ece Ayhan, 1966’da devlet memurluğu görevinden ayrılarak “soluk alıp verdiğini gerçekten duyduğum tek kent” dediği İstanbul’a yerleşir. Kısa aralıklarla birçok işe giren sanatçının İstanbul’da yaptığı başlıca işler arasında; Meydan Larousse ansiklopedisinde yazarlık, Sinematek’te ve Yeni Sinema Dergisi’nde müdürlük, Genç Sinema Grubu’nda yöneticilik, Ağaoğlu Yayınevi’nde çok kısa bir süre redaktörlük sayılabilir. Kansere yakalanan eşi Deniz Hafize Hanım’ı 1968’de kaybeder. Ekonomik durumunun çok kötü olması ve yaşının küçüklüğü gibi nedenlerle oğlunun bakımını eşinin ebeveynine bırakır. Ece Ayhan, 1974’ten ölümüne kadar, beynindeki tümörün yol açtığı birtakım hastalıkların sıkıntılarıyla yaşamıştır. Sağ kulağının ileri derecede işitme engeline ve sağ gözünde de hasara sebebiyet veren tümör, dünyaca ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in ameliyatlarıyla ölümcül olmaktan çıkarılmıştır. Ancak, tümörün diğer organlarda meydana getirdiği hasarlar, sanatçıya yaşamı boyunca sıkıntı vermiştir. Büyük bir ekonomik sıkıntı içinde yaşayan sanatçı, Çanakkale Belediye Başkanlığının yardımlarını görür. Belediyenin geçici işçi kadrosuna alınarak sosyal güvenliğe kavuşması sağlanır ve böylece SSK hastanesinden ücretsiz olarak yararlanır. Ancak, sağlığının günden güne bozulması ve bacaklarının felç olması üzerine, yakın dostu şair Metin Üstündağ’ın yardımıyla Ağustos 1999’da Çapa Tıp Fakültesi’ne yatırılır. Buradaki tedavi giderleri SSK tarafından karşılanır. Sigorta kapsamı dışında kalan kurumlarda gördüğü tedavilerin giderleri ise, arkadaşlarının ve eserlerinin yayın hakkını alan Yapı Kredi Yayıncılık’ın yardımlarıyla karşılanır. İstanbul’da önce Maltepe Huzurevi’ne, daha sonra da şair arkadaşı (dönemin başbakanı) Bülent Ecevit’in isteğiyle bakım şartları ve fizikî kapasitesi daha iyi olan Özel Acıbadem Huzurevi’ne yerleştirilir. Bu süre içinde, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Haseki Hastanesi, Haydarpaşa Hastanesi, Şişli Osman Ağa Kliniği (2 defa), Central Hospital ve en son da Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yatılı tedavi görür. Bütün bu tedavilerin sonucunda felçten kurtulup ayağa kalkabilen sanatçı, Nisan 2001’de tekrar Çanakkale’ye yerleşir ve geçimini telif hakkını Yapı Kredi Yayınları’na verdiği eserlerinin geliriyle sağlar. Düzenli ve yerleşik bir yaşam tarzını bir türlü sevemeyen Ece Ayhan, âdeta tüm sevenlerini ve dostlarını terk ederek tedavi görmekte olduğu Çanakkale’den Temmuz 2002’de ayrılmış ve İzmir Büyükşehir Belediyesi Gürçeşme Huzurevi'ne yerleşti ve 13 Temmuz 2002’de burada vefat etti. 16 Temmuz 2002’de, Çanakkale’nin Eceabat ilçesi Yalova köyünde toprağa verildi.

Vikipedi'den...








"Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor"(Haz: Eren Barış, Dipnot Yay., 2012)
adlı kitapta yer alan bir metruke...



Ece Ayhan'ın Kaymakamlık'tan Ayrılışına İlişkin Gazete İlânı:






ZAFER YALÇINPINAR'IN YAZILARI:

-2012 Sularında; Ece Ayhan Çağlar Adası (2012)   

-Ece Ayhan'ın Yeşil Mürekkep'le Yazılmış Şiirleri ya da Tetiklenmemiş Başlangıçlar (2014)

-Ece Ayhan ile 'Kara Gerçek' (2016)

-Ece Ayhan Çağlar Hakkında Bilinmeyenler (2016)

-Ece Ayhan'ın İktidar Karşıtlığı (2017)




Aydınlık Kitap, 15 Ocak 2016, Sayı: 195



ECE AYHAN HAKKINDA BAZI AKADEMİK YAYINLAR:

-Metinlerarası İlişkiler Bağlamında Ece Ayhan Şiiri - Dr. Erdoğan Kul
(Ankara Üniversitesi - 2012 - Makale)


-Ece Ayhan’ın Şiirlerinde Mitolojik ve Masalsı Ögeler - Dr. Erdoğan Kul
(Ankara Üniversitesi - 2011 - Makale)


-Ece Ayhan'ın Şiirleri Üzerine Bir Araştırma - Dr. Erdoğan Kul
(Ankara Üniversitesi - 2007 - Doktora Tezi)


-Ece Ayhan ve Tarih Yaklaşımı - Ahmet Orhan
(Bilkent Üniversitesi - 2002 - Master Tezi)

-İkinci Yeni Şiirinin Çevresinde Ece Ayhan - Dr. Hulusi Geçgel
(Trakya Üniversitesi - 2002 - Doktora Tezi)


-Arthur Rimbaud’nun Illuminations’unda ve Ece Ayhan’ın
Bakışsız Bir Kedi Kara’sında Ateş Diyalektiği -Yrd. Doç. Dr. Yavuz Kızılçim
(Atatürk Üniversitesi - 2008 - Makale)

-
Söz ve Sesin Sınırında Ece Ayhan Şiiri -Evrim Hikmet Öğüt
(Mimar Sinan Üniversitesi - 2016 - Makale)


-Ece Ayhan Üzerine Bir Poetika Denemesi -Özge Aksoy Serdaroğlu
(Başkent Üniversitesi - 2015 - Makale)


-Kötülük Kavramı ve Ece Ayhan'ın Eserlerine
Kötülük Meselesi Bağlamında Bir Yaklaşım -Ümit Bademkıran
(İstanbul Üniversitesi - 2018 - Makale)


-Uyumsuzluğun Güzelliği: Ece Ayhan Şiirinin
Arketipsel Yorumu -Ali Karahan & Tuğrul Bakır
(Tarsus Üniversitesi & Hacettepe Üniversitesi - 2022 - Makale)



COGİTO DERGİSİ'NDEN (2004):
-Kötülük Toplumu ve Biçimin Muhalefeti:
Ece Ayhan'ın Şiirini Okumak İçin Kavramsal Bir Arkaplan Taslağı -Ferda Keskin

SOYUT DERGİSİ'NDEN (1977):
-Şiir ve Ece Ayhan - Fatma Akerson

ÜVERCİNKA DERGİSİ'NDEN (2018):
-Ece Ayhan'ı Ararken - Doğan Kemancı



ENDER ERENEL'İN ECE AYHAN SÖZLÜĞÜ:
-http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=974



LUDİNGİRRA DERGİSİ'NİN ECE AYHAN DOSYASI'NDAN(1997):

-İçkin Bir Ece Ayhan Sözlüğü - Mehmet Rifat

-Ece Ayhan'a Sorular ve Cevaplar



ECE AYHAN'LA GERÇEKLEŞTİRİLMİŞ BAZI KONUŞMALAR:

Şiir, Boğunç ve Doğru - Önay Sözer (1966)

Ece Ayhan’la Söyleşmek - Arslan Kaynardağ (1979)




Biz Bir Şairi Şiir Yazsın İçin Ölümle Korkuturuz Dom!


“Olmasa da olur!”: Yaşamın ve varoluşun itibarlarına, devinimlerine, iktidarlarına, tüketimine, kâhyalarına, toplantılarına kısacası her şeye böyle bakıyor. Üzerinde o eski emanet ceketle, kapısız, penceresiz, eşyasız, altı duvarlı ve sekiz köşeli odasının tam ortasında, yaşadıklarının tüm yükünü ve zamanın varlığını kanıtlayan bir bakışla, bir omzu düşmüş, yüzünün bir yarısı felçli, duruyor. Şapkası ve gözlüğü yerde, ayaklarının dibinde... Eğiliyor, şapkayı ve gözlüğü alıyor, takıyor. Ellerini pantolonunun cebine sokuyor, sonra, aklından tekrarlıyor; “Olmasa da olur!”.

Bekliyor, bir kez daha ayaklarına bakıyor, ellerini pantolonunun cebinden çıkarıyor ve ileriye, burnunun dikine doğru üç adım atıyor, duruyor. Biraz düşündükten sonra iki adım geriliyor. Öncekinden çok daha kısa bir süre durakladıktan sonra ileriye doğru bir adım daha atıyor.

Ellerini cebine sokuyor, tabana(yer duvara) bakarak;

“Sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk”  diyor.

Bekliyor, ellerini cebinden çıkarıyor, burnunun dikine doğru koşuyor ve sırtını karşı duvara dayıyor. Ellerini tekrardan cebine sokuyor, yere bakarak;

“Kerteriz noktası olarak Türk Dil Kurumu’nu gördüler. Evet onun çok faydası oldu ama, tek başına değil. Biz bazı sözcükleri hiç kullanmadık. Neden? Kimse düşünmedi bunu. Bugün 62 yaşındayım, hiçbir zaman güzel karşılanmadım ben ve başlangıçtan beri bu böyle oldu. Hiç ödül falan da almadım. Tam bir dışlanma. Kötü ve başarısız dediler. Haklı olabilirler. Ama ben bildiğim yolu götürüyorum… İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu…”  diyor.

Bekliyor, sonra, gidip odanın bir “köşe”sini ziyaret ediyor, onu dinliyor. Ağzını elinin tersiyle kapayarak “köşe”nin kulağına bir şeyler fısıldıyor, tartışıyorlar, “tamam!” anlamında başını sallıyor.

Ellerini cebine sokuyor ve biraz önce konuştuğu köşeye sırtını dayayarak;

"Müesses ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor!"  diyor.

Yavaş yavaş yürüyerek odanın ortasına geri dönüyor, ellerini cebine sokuyor, fevkalade kısa bir süre sonra ileriye, burnunun dikine doğru “çok” büyük bir adım atıyor, duruyor.

Yere çömelip tavana(gök duvara) bakarak;

“Biz bir şairi şiir yazsın için ölümle korkuturuz dom!”  diyor,

bitiriyor.


       Zafer Yalçınpınar, 17 Kasım 2006







ECE AYHAN ÇAĞININ VİCDANIYDI.
16 Aralık 2007-BirGün Gazetesi



Eren Barış  yaklaşık bir buçuk senedir, Ece Ayhan üzerine bir kitap hazırlamaya çalışıyordu. Birçok kesimden birçok farklı yazarı, yaşantıyı, belgeyi, mektubu ve fotoğrafı bir araya getiren “Poelitika- Ece Ayhan” adlı kitap sonunda yayımlandı. Eren Barış’la kitabın oluşum süreci ve yaşadığı Ece Ayhan serüveni hakkında söyleştik.


Zafer Yalçınpınar: Eminim ki söz konusu insan, Ece Ayhan olunca alışılagelmiş ve beylik bir başlangıç sorusunun bile farklı bir cevabı vardır… Kitabı hazırlama sürecini ve çabalarını sorarak başlamak istiyorum. Ece Ayhan hakkında bir kitap hazırlama fikri kafanda nasıl oluştu, işbu ok yayından ne zaman, nasıl çıktı?

Eren Barış: Bugün daha iyi bakınca, kitabın kendisi süreçmiş zaten. Kitabın giriş yazısında bahsettiğimiz gibi, ilk başta aklımızda kitap çıkarma düşüncesi yoktu. Gündelik muhabbetlerimizin içinde Ece Ayhan üzerine, toplumsal, siyasal konular üzerine konuşur dururduk. Bu gevezelikler bir tür müzakereye dönüştü ve artık yola koyulduğumuzu hissettik. Sayfalar, düşler, düşünceler biriktikçe mecra da belirlenmiş oldu… Ankara’da Ortadünya Kafe’deki muhabbetlerimiz hiç de yabana atılır cinsten değildi. Birçok çağrışımı orada yakaladık, birçok arkadaşla orada tanıştık. Karşılaşmalardan, sapmalardan, rastlantılardan ve geri dönüşlerden evrilen bir kitap bu…

ZY: Kitabın adı olan “Poelitika” deyişi birçok yaklaşımla birlikte birçok farklı anlamda değerlendiriliyor. “Poelitika” dediğimizde ne gibi çağrışımlarla yüzleşiyoruz ve bu çağrışımlardan hangisine itibar etmeliyiz, doğru olan hangisidir? “Poelitika” kelimesi kavramlaşabilecek mi?

EB: “Poelitika” kelimesi geldi bizi buldu. Özel bir gayret göstermedik. Kavramlaşabilir mi onu da bilemiyorum. Ece Ayhan yazınına denk düşen bir kelime olduğunu düşünüyorum. Poetikası ile politikası arasındaki sarsılmaz bağı anlatması bakımından önemli. Kısa ve can alıcı. Esasında bu iç içe geçmişliğin benim için başka bir kelimede saklı olduğunu söylemeliyim: ETİK. Ece Ayhan çağının vicdanıydı ve parçalar halinde sözünü esirgemedi. Başının belaya girmemesini de bu parçalara ayırarak söyleme hadisesine bağlamıştı. Bu da onun taktiğiydi, işe yaradı ve birçok okuyucusunu bir küçük yazısıyla, parçasıyla etkilemeyi başardı. Şimdi bugün bile onun şu sözünü kim inkar edebilir: “Esas Duruş, Mülkün Temelidir”

ZY: Ece Ayhan’ın kendisi, yazdıkları ve şiiri birçok ismin ya da cemaatin üzerinden tank gibi geçmiş. Ece Ayhan hakkında söz söylemek ya da yazı yazmak isteyenleri nasıl toparladın? Biliyorum ki kitabın hazırlanış sürecinde çoğu yazar, eleştirmen ve şairin kitabı “destekleme” değil de “köstekleme” yönünde girişimi oldu. Kitap için yazı yazıp da sonradan yazısını geri çeken birileri oldu mu? Şu ünlü “kötülük dayanışması” devam mı ediyor?

EB: Kötülük her zaman olacak. Süreç içinde karşılaştığımız olumsuzlukları anlatmanın bir yere götüreceğine inanmıyorum bizleri. Kitabı hazırlarken olumlu-olumsuz bütün dinamikleri göğüsledim. Umutsuzluğa kapıldığım da oldu, egosantrik davranışları ‘mürekkep yalamış’ çevrelerden görünce. Genel olarak insanlar ellerinden geleni yaptılar, desteklediler. Örneğin, Seyhan Erözçelik, Akif Kurtuluş, Ragıp Duran, Sinan Fişek, Mehmet Taner’e kendimi hep borçlu hissedeceğim. Yaşananları yok saymadan, başka bir anlama yetisini göstermeye çalıştık elimizden geldiğince. Mesela kitapta ilk defa yayımladığımız yedi mektup, yaklaşık kırk mektup arasından seçildi. Kartpostallar da keza öyle (İsviçre’deki zamanlarını da aydınlatıyor az çok)… Fotoğraflar, Doğan Kemancı’nın Aydınlık gazetesinin çalışanı olduğu sıralarda Ece Ayhan ile dostluğundan kalan fotoğraflardı. Örneğin, yayımladığımız günlükler (üç gününü içeren) ne Tan yayınlarının (Defterler ve Yeni Defterler) baskısında ne de YKY’nin Başıbozuk Günceler adı altında bastığı günlükleri arasında yer alıyor. Unutulmuş, bir yerlerde kalmış belgeler ilk kez gün ışığına çıkıyor. Ece Ayhan üzerine yazılmış yazılarda, hazırlanmış yayınlarda yapılan hataları gösterdik, düzelttik.

ZY: Edebiyat dünyasında veya herhangi bir platformda  “Ece Ayhan” adını andığımızda karşımızdaki kişiyi bir titreme alıyor. İnsanlar, Ece Ayhan’a ve şiirine çeşitli klişeler ve kulaktan dolma efsaneler üzerinden bakıyorlar. Ben her zaman “Ece Ayhan” ismine bir de “Ayhan Çağlar” olarak bakmak ve söylencelerden sıyrılmak gerektiğine inandım. Kitabı tamamladığında ve değişik belgelere ulaştığında Ece Ayhan’ın karakterine ilişkin yeni bir şeyler, bir bütünlük ya da açılım oluştu mu kafanda?

EB: Daha önce de söylemeye çalıştığım gibi çağının vicdanıysan dokuz köyden kovulman mümkün. Ece Ayhan da bunu çok iyi biliyordu, özellikle onun mektuplarına bakınca bunu daha da iyi görüyoruz. Kendisinin devamlı bahsettiği bir inat vardı, “haklılığın inadı”. Ne olursa olsun aymazlıklar karşısında yola devam etti, bu çok önemli. Kararlı olmak. Suç kime göre, neye göre suçtur, bunu sorgulamak lazım. Ece Ayhan, suçları, suçluları, katilleri, maktulleri, öğrencileri, azınlıkları Osmanlı’nın son döneminden başlayarak cumhuriyete geçiş ile devam eden tarihi süreç içinde okumalarında hep aradı, didikledi. Ece Ayhan’ın saldırılar karşısında dili daha da keskinleşmiş bu belli. Kimseye eyvallahı olmadığı da çok açık. O yüzden yaratıcılığının üst sınırı bir “imkansızın dili”ne dönüşmesine yol açtı. Bana göre, hastalığından ve diğer sıkıntılarından dolayı Ece Ayhan’ın 1997’den 2002’e yani, ölümüne kadar ki yılları kayıptır…

ZY: Bence İkinci Yeni akımında da bir ayrım yaşanıyor, fark ediliyor artık... Garip Akımı’ndan Oktay Rifat’ın “Perçemli Sokak” adlı kitabından başlayarak İlhan Berk’in “Mısırkalyoniğne” adlı eserine uzanan ve Ece Ayhan’ın ise tüm eserlerinde sezilen bir ayrım, farklı ve akkor bir şey… Sence, Ece Ayhan şiirinin ulaştığı yer, bugünkü konumu ve algılanış biçimi ne durumdadır? Hazırladığın kitabın Ece Ayhan şiirini sezmek yönünde sıkı bir etkisi ya da açılımı olmuş mudur?

EB: Garip kuşağı cumhuriyetin yeni insanının şiirini yansıtır. Sokak da işin içindedir artık, serbest vezin de… Ümmetten ulusa geçen bir milletin kentli dili. Nâzım’dan sonra tarih sıralamasına göre en sıkı ve etkiliyici dil onlara aittir. İkinci Yeni’nin çıkışını ise, Muzaffer Erdost yönetimindeki Pazar Postası dergisi ile müjdeleyecek olursak, İkinci Yeni şiiri 1956 sonrasında atağa geçmiş bir şiirdir. İlhan Berk, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Sezai Karakoç bu dergide yer alanlardır. Ece Ayhan’ın ilk kitabı olan Kınar Hanımın Denizleri de 1959’da Muzaffer Erdost’un kurduğu Açık Oturum Yayınları’ndan çıkmıştır zaten. İkinci Yeni akımı ilginç bir buluşmadır. Ankara’da o dönem başka önemli bir sanat hareketi ise, Helikon Sanat derneğidir. Orada da Bülent Arel, İlhan Usmanbaş, İlhan Mimaroğlu, Bülent Ecevit gibi isimler vardır. Ece Ayhan bazı yazılarında bu derneğe gittiğinden bahseder. Onun düşünsel ufkunda önemli bir yer olduğunu düşünüyorum bu derneğin. Kitap çalışması sırasında bu derneği de araştırdım belki bir şeyler bulabilirim diye. Ama bir iz yok. Çünkü o dernekten yaşayan kalmadı sanırım, İlhan Usmanbaş dışında. Ankara’da bugün sadece o dernekten ilhamla adını alan bir galeri var. Onlar da kendilerinde herhangi bir belgenin bulunmadığını söylediler. Keşke birisi bu dernek üzerine çalışsa…

İkinci Yeni akımını, 1950 ve 1960’larda dünyayı saran değişik düşünce akımları (Varoluşçuluk ve Marksizm), tabii Türkiye’de çok partili hayata geçiş denemesi-yanılması, milli şef dönemi, öğrenci hareketleri vb. dinamikler etkilemiştir. İkinci Yeni şiirine yönelik en büyük eleştiri, Asım Besirci’den Attila İlhan’a dek bu şiirin toplumcu gerçekci bir şiir olmadığına yöneliktir. Oysa bugün Turgut Uyar’dan Cemal Süreya’ya, Ece Ayhan’dan İlhan Berk’e bir şiir atlası çıkarılırsa görünen şey daha içten ve derinden bir toplumcu gerçekçilik olacaktır. Tabii ki İkinci Yeni şiiri, ‘mavzerleri kapın gelinden yoldaşlar’dan ziyade, ‘dokunmayın çocuklara sabah sabah ulan!’ diyecek bir şiirdir. Ece Ayhan’ın mirasını başka şairler bugün hâlâ takip ediyor. İzzet Yasar’dan küçük İskender’e, Enis Akın’dan Selim Temo’ya (hatta Zafer Ekin Karabay’a) kadar birçok şair Ece Ayhan’la kan bağı taşıyor.

ZY: Kitap dağıtım ve tanıtım konularında destek bulabiliyor mu, yayınevi ne düşünüyor, kitaba ilgi ne boyutta şu an? 

EB: Kitap 2007 ekim ayının sonunda basıldı. Yaklaşık iki ay oldu çıkalı ama, dağıtımı ve tanıtımı konusunda zorluklar yaşamıyor değiliz. Elbette baştan bunları göze aldık. Derdimiz Ece Ayhan’ı sadece edebiyatseverlikten okuyacak olanları değil, tarihi sorgulayacakları da kapsıyor. Kitap Ankara, İstanbul ve İzmir’de belli başlı yerlere bırakıldı. Diğer illere gitmesini de çok istiyoruz ama, maddi ve iletişim olanaklarımız buna engel. Eğer bu söyleşiyi okuyup kendi bulundukları şehirde, üniversitede vb. yerlerde kitabı dağıtmak, yaymak isteyen arkadaşlar olursa, onlarla iletişime geçmek isteriz. Kitap için yayınevine “ortadunyayayincilik@gmail.com” veyahut bana “sizomelankolye@gmail.com” adresinden ulaşabilirler.

ZY: Son olarak, şunu sormak istiyorum; “haklılığın inadı”na devam edecek misin? Ya da toplumumuz tarihi düzünden okuyabilecek mi?

EB: Şimdilik yakın tarihte yeni bir şey yok. Fakat çoğu kişinin aksine Cemal Süreya’nın şiirinden daha çok önemsediğim günlüklerinden, yazılarından yola çıkan dönemin olaylarıyla karşılaştırmalı okunan bir siyasal çalışma düşünüyorum. Yazıların denk düştüğü toplumsal ve siyasal ivmeler neler, onları irdelemek istiyorum. Ece Ayhan için ise, başka yayımlanmayan belgelerle birlikte ileride yeni bir kitap gelebilir. Nacizane dileğim ise, başka arkadaşların tekel(ci)lerin dışında bir şeyler yapabileceklerine inanmaları ve bu çalışmayı bir nevi metodoloji olarak görmeleri. Zaten Türkiye Solu’nun kaderi de metodolojideki eksiklikte yatmıyor mu? Son olarak söylemek isterim ki bu kitabın en özel yanı benle aynı yaşta, 24 yaşında öldürülen Deniz’lerin mirasına denk düşüyor, bir yaş günü hediyesi kendim için.



16 ARALIK 2007 - BİRGÜN GAZETESİ




 






HAKLILIĞIN İNADI: ECE AYHAN!
11 Temmuz 2008-BirGün Gazetesi




Ölümünün 6. yıldönümünde şair Ece Ayhan Çağlar’ı anmak amacıyla, edebiyat doktorasını Ece Ayhan üzerine 550 sayfalık bir tezle tamamlamış olan Dr. Erdoğan Kul’la Ece Ayhan’ın şiiri ve muhalif karakteri üzerine söyleştik...

Zafer Yalçınpınar: Ece Ayhan Çağlar’ın isminin ve şairliğinin üzerine gereğinden fazla olumlu ya da olumsuz söylem yüklendiğini, böylece de okuyucunun zihninde dağlar kadar önyargılar oluştuğunu düşünüyorum. Onun hakkındaki kent efsanelerinin, labirentlerin ve söylencelerin tümünü bir kenara bırakıp, Ece Ayhan’a daha sıradan bir şekilde yani “Ayhan Çağlar” olarak bakabilmemiz sizce mümkün müdür?

Erdoğan Kul: Bu konuda size tamamen katıldığımı söylemeliyim. Ece Ayhan’ın kendisinden, yapıp ettiklerinin şiirsel değerinden çok, kimi indirgemeci yaklaşımlarla oluşturulmaya çalışılan tuhaf “imaj”larından, hatta çizilmeye çalışılan karikatürlerinden hareket edilir oldu son zamanlarda. Bu durumda, onu daha yalın ve insani bir bakış açısıyla “yeniden” görmeye çalışmak, “mümkün” olmanın da ötesinde artık zorunlu… Çünkü Ece Ayhan’la ilgili bir tür “niteleme/yakıştırma kirliliği”nin oluşmaya başladığı da ortada. Dahası, ona ilişkin böylesi yaklaşımların, olumluluk ya da olumsuzluk vurgusunu da bastıran bir “tekseslilik”te ve içeriksizlikte boğulmakta olduğu da bir gerçek. Hatta neredeyse onun sadece adını bilen, şiirlerini anlama, yorumlama, sorgulama yönünde ciddi bir çabası olmayan, poetik duruşu ya da düşünsel kavrayışıyla uzaktan yakından bir ilgisi, ilişkisi bulunamayacak kimi kesimlerin bile bu kalıplaşmış söylemleri yineleyerek bir tür beyanatçılığa soyunduklarına tanık olabiliyoruz. Ece Ayhan adı anıldığında, kulaktan dolma bilgilerle ya da ezberci bir tutumla “kara şair”, “karaşın şair”, “anarşist şair”, “lanetli şair”, “uslanmaz şair”, “sivil şair” gibi pek çok nitelemeyi bir çırpıda sıralayıvermek çoğu kişinin kolayına geliyor; bu da bir tür içeriksizliğe yol açıyor. Evet, tüm bunlar doğru olabilir; ama neye karşılık düşmekte, neyi imlemektedirler? Önümüzde, bütün gizemi ve görkemiyle, bütün bir şiir tarihimiz içinde benzerine pek az rastlayabileceğimiz yapıtlar duruyor. Etiketlemelerle meseleyi çözmüş mü oluyoruz? Ayrıca, böyle bir hakkımız var mı? Düşünmek gerek; gerçekten anlamak adına mı yoksa pazarda tanımlı bir ürün haline getirmek adına mı yapıştırılıyor etiketler? Gerçek şu ki bu niteleme ve yakıştırmalar okurun şaire yaklaşabilmesi, onu tanıyabilmesi ve şiirlerini alımlayabilmesi konusunda yardımcı olacakları yerde, tam tersine, belirsizleştirici ve uzaklaştırıcı bir işlev görmekteler çoğu zaman. Adlandırıp geçmek ya da önceki adlandırmaları yinelemekle yetinmek, sonuçta bir tür “yabancılaşma”yı ve “yabancılaştırma”yı da beraberinde getiriyor. Kapitalizmin yarattığı ilişki biçimleri ya da ilişkiler ağında yaşam refleksleri “tüketim”e, “tüketme”ye koşullu bulunan günümüz bireyinin bu bilinç durumu edebiyatta da “dosyalama, sınıflandırma, mevcut başlıklar arasında en uygun görünenin altına hapsediverme” biçiminde iş görüyor. Dolayısıyla, artık bir şey söylemeyen, deyiş yerindeyse “yalama” hale gelmiş söz kalıpları burada devreye giriyor. Zaten en doğru, en yerinde eleştiri, saptama ve önerilerin bile söylemselleştikleri, bir söyleme içkin hale getirildikleri zaman işleri de bitirilmiş oluyor; işlevsizleştirilmeleri, etkisizleştirilmeleri, temel bağlamından uzaklaştırılmaları en çok bu yolla sağlanıyor. Ece Ayhan’la buluşmak isteyen okurun, gözlere ve kulaklara set çekmekten başka bir işlevi olmayan bu “söylem” tuzaklarına düşmemeye dikkat etmesi, en yalın, en temel insani gerçekliklere dönüp oradan içtenlikli bir söyleşme sürecine girmesi gerekir, diye düşünüyorum.

Z.Y: İkinci yeni şiir hareketinin kendi içerisinde ikiye ayrıldığını ve hareketin geleceğe etkin olarak yön verebilecek bölümünün de Ece Ayhan şiirini kapsadığını, hatta onun poetikasından başladığını, akkorlaştığını söyleyebilir miyiz? Ece Ayhan şiirini, dil ve içerik olarak farklı kılan belirgin özellikler nelerdir?  

E.K: İkinci Yeni’ye ilişkin ilk anda böyle bir kesinlemeye varabilmek kolay değil. Ancak, Ece Ayhan şiirinin hem İkinci Yeni içinde hem de Türk şiir tarihinde çok ayrıksı bir yerde durduğu yadsınamaz. Ece Ayhan, yalnızca kullandığı dilin gramerini yapıbozuma uğratmakla kalmamış, doğrudan “şiirin grameri”ni de yapıbozuma uğratmıştır. Rastlantısallıkla değil, başından beri sabırla, inatla, oluşturduğu yepyeni poetikanın en yetkin örneklerini sıkı sıkı örerek yapmıştır bunu. Öbür İkinci Yeni şairlerinden belki temelde ayrıldığı nokta da bu. Şiirin gramerini değiştirmede Ece Ayhan kadar bilinçli, ısrarlı, istikrarlı bir şaire daha rastlamak neredeyse olanaksızdır. Asıl İkinci Yeni’nin kendisi olduğunu söylerken de, kendisinin aslında İkinci Yeni’nin dışında olduğunu ima ederken de dikkati çekmek istediği, o ayrıksı duruşu ve o çizgideki sürekliliğidir, kanımca. O, doğrudan şiirin gramerini yapıbozuma uğratırken, aynı zamanda, “düşünme”nin ve “düşünce”nin yerini almış olan “alışkanlık”a da büyük bir darbe indirmeyi amaçlamış; değiştirici, dönüştürücü ve yeniden üretici edimin kendisi açısından neliğini ve nasıllığını –hiç değilse sanat alanında- somut örneklerle gösterebilmiştir. Şiirlerinin tematik ağırlığını oluşturan “iktidar ve otorite karşıtlığı”, yapıya da bu biçimde yansımış olsa gerek… Makro ve mikro iktidar biçimlerinin düşünce ve davranışlarda olduğu kadar dil kullanma biçimlerinde de kendini nasıl kodladığını görmeye, sorgulamaya çalışan bir şair olarak buna ilişkin yapıbozumcu tavrını biçim-içerik ayrımı yapmadan, bir bütünlük içinde ortaya koyması onun en göze çarpan özelliğidir.

Z.Y: Ece Ayhan hakkında çok konuşulur, fakat fazlaca yazılmaz. Siz ise 550 sayfalık bir doktora tezini tamamladınız. Bu fikir sizde nasıl, ne zaman oluştu? Tetikleyici bir unsur var mı? Ayrıca bu süreçte yaşadığınız akademik ve kişisel zorlukların boyutunu da özellikle merak etmekteyim...

E.K: Doğrusu, çalışma sürecinde karşılaştığım en büyük sıkıntı da bu oldu. Bir bakıma, bolluk içinde yokluk… Ece Ayhan’la ilgili malzemenin niceliksel yönüyle niteliksel yönü arasındaki karşıtlık… Söylenenler, ne yazık ki çoğunlukla birbirinin tekrarı. Kuşkusuz Edip Cansever’den başlayarak Mustafa Öneş, Enis Batur, Hasan Bülent Kahraman, Nedim Gürsel, Önay Sözer, Orhan Koçak, Necmiye Alpay, Önder Otçu gibi adların çok önemli saptama ve yorumları araştırmamda bana çok yardımcı oldu; ama onlarca yazı da sanki bir tek yazının fotokopisi gibiydi. Hatta dikkatimi çeken anormal bir durumu da söylemeden geçemeyeceğim: Konu Ece Ayhan olunca kendisini hiç değilse bir yazı yazmakla yükümlü hisseden bazıları, herhangi bir düşünceyi dillendirmek ya da iyi kötü bir yorum ortaya koymak yerine birdenbire üslup değiştirerek bir kereliğine “Ece Ayhan’laşma”yı, Ece Ayhan’la özdeşleşmiş kimi kavramları onun üslubuna öykünerek kurdukları cümlelere serpiştirmekle metin oluşturmayı sanki gelenek haline getirmiş gibiler. Şaşırtıcı! Açıkçası, bu çok rahatsız etti beni. “Bir şey söylememe”nin meğer ne çok yolu varmış! Bu iş için çokyönlü bir zorluğu göze almak zorundasınız yani. Ece Ayhan, şiirle ciddi biçimde ilgilenmeye başladığımdan beri zihnimi meşgul eden bir şairdi. Çabasının ve yapıtlarının niteliksel yönden farklılığını, önemini, değerini fark ettikçe içimde bu konuda bir çalışma yapma isteği de kendiliğinden oluştu, diyebilirim. Elbette düşünce ve duyarlık bakımından hissedilen yakınlıklar, kimi yaşantısal benzerliklerin oluşturduğu öznel bağlar da tetikleyici olmuştur; ama temelde belirleyici olan, onun “kimselere benzemezliği”ydi. Ve de saptadığı “gaddarca bakışlar”a ilişkin haklılığına, haklı çıkmalarına her geçen gün daha fazla tanık olmak…

Z.Y: Ece Ayhan, denemelerinde ya da söyleşilerinde zekice, özgün kavramlar aracılığıyla düşüncelerini ifade eder. Örneğin maruz kaldığı “kötülük dayanışması”ndan ve buna karşılık kendisinin sergilediği “haklılığın inadı”ndan sürekli bahseder... Ece Ayhan üzerine çalışırken önemini fark ettiğiniz ya da ufuk açıcı olduğunu düşündüğünüz ilginç kavramlarla karşılaştınız mı?

E.K: Bir şairin, bir yazarın, bir aydının kendi kavramlarını oluşturması, kendi kavramları üzerinden konuşması özgüvenini gösterdiği kadar düşüncelerindeki oturmuşluğu ve özgünlüğü de gösterir. Ece Ayhan, bu yönüyle de edebiyat tarihimizde özel bir yere sahip… Poetikasını ve düşün dünyasını tamamen kendi sözcükleriyle, kendi kavramlarıyla kuran, bunlarla dışavuran kaç şair var tarihte? Sizin andıklarınıza ek olarak “kara şiir”, “sıkı şiir”, “sivil şiir”, “atonal şair”, “iktidar şairi”, “serbest şair”, “uçbeyi düşünür”  gibi onlarca kavramı da sayabiliriz. 

Z.Y:Araştırmalarınızı ve çalışmaları sürdürmeyi veya kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz? Nasıl bir yol izleyeceksiniz?

E.K: Çalışmamı kitaplaştırmayı elbette düşünüyor ve istiyorum. Bir süredir, “tez” kalıplarının biraz dışına taşıyıp yeni eklemeler ve eksiltmelerle yeniden üzerinde çalışmaktayım. Daha sonra birkaç yayınevine sunarak şansımı denerim herhalde.

Z.Y: Son olarak, size Ece Ayhan’ın dizelerinden birini alıntılayarak soruyorum; “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur?”

E.K: Ne diyelim? “İnsan” olduğumuzu anımsayarak, “insan”ı ve “insan olma”yı önceleyerek ilk adım atılabilir, belki… Şairin dediği gibi “insanlık henüz başlamadı” ise, toplumun, bari “kendisini başlatan”ları içselleştirebilmesi gerekiyor bir de.


11 Temmuz 2008-BirGün Gazetesi






***

Barış Yarsel ile

“BLIND CAT BLACK” TÜRKİYE GÖSTERİMİ ÖNCESİNDE...

(4 Temmuz 2010)

 

 

Barış Yarsel:
Kasım 2009'da E. Ayhan Çağlar'ın kitaplarına girmeyen "Takma Göz"
isimli şiirini Khalkedonista fanzin ile birlikte tek sayılık, tek sayfalık bir fanzin olarak yayınladınız. Buradan başlayarak, hem E. Ayhan Çağlar'ın izini sürmenizin kısa hikayesini alalım, hem de şiirde "Başka bir göz varmış / çocukken bende / şimdi bir göz taktılar ki / sormayın" diyen "ödülsüz şair" Çağlar'ın "kurumsallaşmış" edebiyat çevreleri tarafından görmezden gelinmeye, unutturulmaya çalışmasına değinelim. Ece Ayhan (kızma, ben yine ona böyle sesleneyim) gibi bir şair, zaten kendini savunabilir kuşkusuz, ancak bu "kötülük yağmuru" da dinecek gibi gözükmüyor, ne dersin?

 

Zafer Yalçınpınar: 2007 senesine kadar Ece Ayhan’ı unutturmak yönünde belirgin bir çaba vardı. Çünkü edebiyat dünyasının mevcut vasatlığı, edebiyattan nemalanmaya çalışan ortalama idraklılar ve kifayetsiz muhterisler Ece Ayhan’ın şiirinin, yaşamının, poetikasının geleceğe uzanacak kadar yetkin ve sıkı olduğunu fark etmişlerdi. Hatta bu kapsamda Ece Ayhan’ın poetikasının geleceğin şiirini belirlediğini bile düşünebiliriz. Durum böyle olunca Ece Ayhan’ın dirisine yaptıkları gibi ölüsüne de “sessizlik suikastı” uygulamaya çalıştılar. Zamanında, Ece Ayhan söz konusu kifayetsiz muhteris tipolojisinin üzerinden tank gibi geçmiştir. Vasat edebiyatçıların Ece Ayhan’ı unutturmak yönündeki çabalarına karşı ilk tokat İlhan Berk ile Ece Ayhan’ın mektuplaşmalarını içeren “Hoşça Kal” adlı kitabın Ece Ayhan’ın ölümünden hemen sonra yayımlanmasıdır. Ardından 2007’de Eren Barış’ın hazırladığı “POeLİTİKA” adlı kitap da çok önemli bir kırılma noktasıdır. Bu iki kitabın ardından –özellikle de Eren’in kitabının ardından- o vasat kesimler Ece Ayhan’ı unutturamayacaklarını anladılar. Şimdilerde ise hemen hemen her alanda olduğu gibi Ece Ayhan konusunda da çeşitli dezenformasyon girişimleri var. Ece Ayhan’ı desteklemediği düşüncelerle, kavramlarla, olaylarla tanıtmaya, yapay bağlamların içerisinde Ece Ayhan’ın adını kullanmaya, hiç olmadık ve yersiz şeylerle Ece Ayhan şiirini ilişkilendirmeye çalışıyorlar… Bütün bu girişimlere karşı verilebilecek en güzel cevabın, atılacak en güzel tokadın Takma Göz, İnsanların Kötüsü, İnfanta, Bir Gemi gibi Ece Ayhan’ın pek bilinmeyen, kitaplarına girmemiş çok özel şiirlerinin tekrardan dergilerde, fanzinlerde ve bazı platformlarda yayımlanması olduğunu düşünüyorum. 1950-1960 döneminde yazılmış, çeşitli dergilerde (özellikle de Yenilik,  Yeni Ufuklar adlı dergilerde) yayımlanmış fakat Ece Ayhan’ın kitaplarına girmemiş böylesi birçok şiir var. 20-30 adet… Ece, bu şiirlerinin hepsini de “E. Ayhan Çağlar” olarak imzalamış… Şunu da söyleyeyim hemen, bu yakınlarda “İnsanların Kötüsü” adlı şiir Underground Poetix’in 6. sayısında yeniden yayımlanacak… Ece Ayhan’ı daha doğrusu Ayhan Çağlar’ı anlamak istiyorsanız, o şiiri mutlaka okumalısınız ve içselleştirmelisiniz.  Bir de, tabii ya, Chris King’in “Blind Cat Black” adlı sürrealist zombi filminin Türkiye gösterimi çok önemli… Çok sıkı, oturaklı ve yerinde bir tokat… Bakın, dünyanın öbür ucunda bir taife Ece Ayhan’ın şiirlerini, neye ulaşmaya çalıştığını kavrayabiliyor, fakat bizim edebiyat ortalığımız –bilerek edebiyat ortamı demiyorum- hâlâ Ece Ayhan’ın evrenselliğini kabullenemiyor... Bile bile anlamazlıktan geliyorlar filan… Hayret yahu, işte sana bir kötülük dayanışması!

Buradan, “Kötülük yağmuru” meselesine gelelim… Kendisiyle yanmış, kalb ve vicdan sahibi, sahici insanlar oldukça o yağmurun bir sele dönüşmeyeceğine eminim!

 

B.Y.: Chris King’in ve Poetry Scores'un  “Blind Cat Black” ismiyle çevrilen kitaba dair yaptıkları müziklere ulaşma süreci nasıldı? Ortaya çıktığında, Türkiye'den tepkiler neler oldu?

 

Z.Y.: İnternette gerçekleştirdiğim periyodik Ece Ayhan aramalarım sonucunda Chris King’in ve Poetry Scores taifesinin “Blind Cat Black” adlı albüm çalışmasından bazı parçalara rastladım. Zaten Murat-Nemet Nejat’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara ve Ortodoksluklar” çevirisi ile Chris King’in konuya ilişkin bir yazısını Virgül Dergisi’nin ilk sayısından hatırlıyordum. Chris King’le bağlantı kurup albümdeki tüm şarkıları ve şiir okumalarını derledim. Evvel’de (o zamanki adıyla Sonrasızlık’ta) ve bazı platformlarda “Blind Cat Black” adlı albümü, şiir okumalarını ve şarkıları paylaştım. Ayrıca konuya ilişkin bir haber de Birgün Gazetesi’nin kültür-sanat sayfalarında ve Karga Mecmua’da yayımlandı. Fakat bizim dandik edebiyat ortalığımız işbu olayı da görmezden geldi. Edebiyat dergilerinde konuya ilişkin tek bir satır bile yer almadı. Bakın, bizim edebiyat ortalığımız gerçekten vasattır ve Ece Ayhan’ın poetikasının sıkılığı, sahiciliği altında bugün bile ezilmektedir. Mesele Ece Ayhan olunca kaçacak delik ararlar, sinsiyete düşerler, çünkü onun yaşamının ve şiirinin karşısında eziktirler… Bu nedenledir ki Ece Ayhan’a hâlâ “sessizlik suikastı” uygulamaya çalışmaktadırlar. Fakat hikâye gene basittir; kalbinde kendisinden daha büyük bir çocuk taşıyanlar, Ece Ayhan’ın görmezden gelinmesine izin vermeyecekler…

 

B.Y.: Ece Ayhan, Öküz Dergisi tarafından yapılan bir söyleşide kendini İskorpit balığına benzetmiştir. Kendi deyimiyle, "sardalyelerle, köpekbalıklarıyla, kayabalıklarıyla bir iskorpit olarak" uğraşır. Şahsen bunu, yine "tüzüklerle" nerede ve hangi durumda olursa olsun çarpışmaya devam etmesinin metaforu olarak algılıyorum. Tahmin kuşkusuz. Ece Ayhan Denizli'de kaymakamlık yaparken farkettiği, araştırdığı ve belki de kaymakamlıktan el çektirilmesine giden durumdaki tavrına, yaşadıklarına bakınca, "Fazla batıya açılma yoksa doğuya düşersin" sözünü hatırlıyorum. Bir kahin gibi sanki. Öte yandan, mülkiye mezunu E. Ayhan Çağlar nasıl böyle iktidar karşıtı kara duygulu, akkor karamsar bir şair oldu? Onun iktidar karşıtlığını nasıl okumalıyız?

 

Z.Y.: Hemen öncelikle şunu belirtelim; Ece Ayhan, tek başına, tarihin derinliklerine nüfuz etmiştir ve kendini bu derinlikte bulmuştur. Tıpkı metamorfoz geçirmemiş veya diğer balık türlerinden daha az metamorfoza uğramış bir iskorpit balığı ya da familyasının canavar benzeri, korkutucu, tarih öncesi görüntüsü gibi… Yaşadığı dönemde karakter aşınmasına uğramamış tek edebiyatçı diyebiliriz Ece Ayhan için… Ece Ayhan’ın mülkiye mezunu bir mülki amir olarak altı sene boyunca görev yaptığını da aklımıza getirelim. Ben bu noktayı çok önemsiyorum. Bugünkü iktidar karşıtı kesimler “Ece Ayhan iktidara paydaş olmuştur aslında” diye hileli bir bakış geliştiriyor. Bugünkü iktidar yandaşları ve paydaşları ise dolaylı olarak şöyle diyor; “Ece Ayhan bizdendir. Bizim gibi, tüzüklerle çarpışarak büyümüştür.” filan... İki yaklaşım da yüzeysel... Zaten, Ece Ayhan söz konusu olduğunda onu “yakınsama” mantığıyla ele almak ya da “durumcu ilişkilendirme” benzeri şeylerle yola çıkmak topyekün bir hatadır. Hatadır çünkü Ece Ayhan mevcut pazarlara en uzak çiftçidir ve ona göre pazarın yapısını, pazardaki şeylerin değerini belirleyen -kendisi gibi- pazara en uzak çiftçilerdir. Ricardo’nun iktisat teoremini kendisine örnek alır ve kendi yaşamının marjinal faydasını, marjinalitesini böyle ifade eder. Ece Ayhan’ın aradığının, işaret etmeye çalıştığının doğucul ya da batıcıl bir düşüncenin türevi olduğunu da düşünmüyorum. Bunlardan sıyrılmıştır Ece Ayhan… Ece Ayhan’ın temel karşıtlığının bir “insanlık” anlayışıyla ilgili olduğu aşikârdır. Ve Ece Ayhan’ın kafasındaki “uygarlık, insanlık ve duyarlık” seviyesinin, bütünlüğünün batıcıl ve doğucul düşünceden çok ileride, en uçta farklı bir noktada oluştuğunu görüyoruz. Her şeyden önce “gaddarlık” ve “sinsiyet” karşıtıdır Ece Ayhan... Mülki amirlik yaptığı dönem onun düşüncelerini bu konuda daha da pekiştirmiştir, toplumun -kendi deyişiyle topluluğun- hakikatini görmüştür, hissetmiştir. Böylelikle, yaşadığı deneyimler ya da içselleştirmeler sonucudur ki kimse mülkiyetin teorik ve uygulamalı kötülüklerini Ece Ayhan’dan daha iyi bilemez.  

 

B.Y.: Ece Ayhan'ın şiirlerini, yazılarını okurken, tarihe dönmek zorunda olduğumuzu görüyoruz. Ama arkamızı değil tabi.  Yüzümüzü. Türkiye şiire kapalıdır diyordu, haklıydı bence, entelektüel ya da aydın yoktur bu ülkede, "okumuş" denmeli diyordu. Şuraya bağlayacağım, "toplum çöküyor, çökecektir! tarih ölümlerle yürüyor" diye bağırmıştı bir zaman. Tarihi mi düsturlu okudu da onu hiç şaşırtmıyor ve şaşırmıyor-uz, hepimiz ve inatla, hâlâ?

 

Z.Y.: Kaçamak bir cevap vereyim bu soruna… Hâlâ orta ikiden ayrılan çocuklar var. Eh durum böyle olunca tarihi düzünden okuyanlar ve onlara  zarfsız kuşlar gönderenler de olacaktır. Basitçe, “haklılığın inadı” diye bir şey vardır ve öyle ya da böyle gaddarlığa karşı yaşamın ve tarihin vicdanı olarak varlığını sürdürecektir. Hikâye bu kadar basit aslında.

 

B.Y.: Müziğe de sıklıkla ve sıkı eğilirdi. Yeni müzik, atonal müzik, 18. yy tür müziği derken, orada da tarihe tersten bakıyordu. Şiirlerinde müziği nasıl kullanıyordu?

 

Z.Y.: Müzik ve şiir, tarihin derinliğindeki imgesel gizleri, insanlığın yaşadığı evrimi veya deliliği kavramanın en sıkı yoludur. Müzik ve şiir “im”e nüfuz eder. Gerçek kök nedenlere, muhalefet düşüncesine filan ancak şiiri ve müziği inceleyerek ulaşabilirsiniz. Ece bunu biliyordu. Armonilerin oluşumunu, kontrpuan gibi şeyleri inceledi ve bunların ayrıntılarını öğrendi. Şiirdeki ve müzikteki armoni yapılarının imgesel karşılığı olabilecek değişik sözcük haritaları oluşturdu kafasında… Bu haritaların semantik, morfolojik, fonetik ve dizgesel ilişkilerini, dilbilimsel dengelerini inceledi. İmgesellikteki tarihsel duygudurumları ve bunların tuşelerini araştırdı. Sonra da bunları yıkarak geleceğin yapısıyla, yepyeni ve bambaşka bir imgelemi oluşturmaya, gelecekle benzeştirmeye çalıştı… Bunu denedi, hatta Ece Ayhan için “Bunu göze alan, alabilen ve bu yolda yöntemli olarak ilerleyen tek şairdir” diyebiliriz. Atonal müzikle ilgisi de bu kapsamdadır…

 

B.Y.: Bizans'ın, şehri kuran Vizas'ın atlı bir tanrıya tapmasından hareketle, atından inmeden sevişen Vizas'ın İstanbul'unda Ece Ayhan kendini şairden saymaz kimi zaman. Herkes uzak durmaya çalışıren bilinçli bilinçsiz Ayhan şiirlerinden ya da onu tek dizeyle alıntılayıp küçük toplumlarında öne çıkarken çeşitli nedenlerle, itiraf edeyim, ben Ece Ayhan'ı okurken kendimi çıplak hissediyorum. Garip bir utanma duygusu geliyor, ürperiyorum. Kavga ediyorum ve şaşırıyorum ve kızıyorum ve ağlamaklı oluyorum. Sonrasında ise garip bir huzur baskın çıkıyor, haklı olduğunu düşünüyorum. Çok bahsedilmez belki ama, ben Ece Ayhan'ın en çok "Çok Eski Adıyladır" ismiyle yayımlanan kitabını severim. Birinci baskısı, eskimiş, solmuş duruyor kitaplığımda. Şöyle açılıyor kitap: "Şimdi, Aşağısı, Yukarısı, neresidir bilir misin?" Anadolu Ortaçağı'ndayız diyordu, biraz önce de söyledim, onu okurken bazen bir kahin bazen bir sosyolog ya da toplum psikoloğu gibi gördüğüm oluyor. İlk Ece Ayhan okuduğunda ve yıllar sonra tekrar okuduğunda hissettiklerin nelerdi? Değişen neydi?

 

Z.Y.: Bakın, Ece Ayhan seçkinci biri değildi. Özellikle de maddesel çevresinde, yaşamının görünen kısmında… Ancak bildiği, düşündüğü, araştırdığı, imlediği şeyler hem o dönemde, hem de şimdilerde seçkin diyebileceğimiz, bambaşka şeylerdi. Mülkiye’de iyi bir eğitim almıştı, sinemaya, deneysel müziğe çok düşkündü. Çeşitli vesilelerle Avrupa’yı da görmüştü. Her tarihsel konuda çok meraklıydı. Avrupa ve Osmanlı tarihinin göz ardı edilmiş dehlizlerini, gediklerini filan çok iyi biliyordu. Yani, tarihi doğru okuyordu. Fransızca ve Osmanlıca biliyordu. Dünyada, ikinci dünya savaşına kadar diplomaside Fransızca hakimdir. Bu nedenle birçok tarihi belgeyi ve olayı Fransızca’dan inceleyebilmiştir, sosyolojik kavramları da Fransızca üzerinden içselleştirebilmiştir. Osmanlıca bildiği için de, Osmanlı İmparatorluğu üzerinden gelişen doğuyu da, kendi tarihimizi de doğru okuyabilmiştir… Bunlar onu entelektüel anlamda çok kuvvetli kılmıştır. Yıllar sonra bunu fark ettim.

 

B.Y.: Bir söyleşisinde şöyle demiştir: "Mülkiyet hırsızlıktır. Bu cumhuriyet emlak cumhuriyetidir. Ne düşüncemin ne de şiirimin iktidar olmasını istemem. Ben insanın peşindeyim" Oysa artık hep iktidar kavgasındayız. Evde ve siyasette, işte ve yollarda. İktidarı istememek, onun için savaşmamak karşısında bedel ödetiyor toplum. Karamsar mısın?

 

Z.Y.: Karamsarım ama benim karamsarlığım Ece Ayhan’ınkine benziyor; akkor! Daha önce de söyledim, merak edenler “kömürün elmasa dönüşmesi” meselesini, hikâyesini araştırsın.

 

B.Y.: Bu ülkede, şimdi şimdi anlıyoruz ki, ezilenlerden yana siyasette yer alması gerekenler oldukça geç farkettiler Ece Ayhan'ı. Olsun, yine de görsünler! Bunda, sağ ya da sol olsun, hiçbir cemaatten olmamasının da etkisi olabilir. Bu yönüyle, politikacıların dize alıntıları yaptığı ülkenin toplumunda, dize gelmeyen Ece Ayhan'ın son günleri hakkında neler söylemek istersin?

 

Z.Y.: Söyleyecek fazla bir şey yok… Sonuçta, Ece Ayhan, kendi deyişiyle, bayrağı dikmiştir.  Artık ayarlar ya da aymazlar, orasını bilemeyiz. Ece Ayhan hem sancakla hem de davulla isyan etmiştir.  Gelecek için, düzayak çivit badanalı bir kent kurmak adına isyan etmiştir. Hayatını da bu isyan ve kovgunluğun ruh hali belirlemiştir.


***


Deniz Fidan ile…

KÖMÜRÜN ELMASA DÖNÜŞMESİ ÜZERİNE…

(1 Mart 2010)



Deniz Fidan: Ahmet Orhan, Poelitika'daki yazısında, Ece Ayhan’ın  ‘Çok Eski Adıyladır’ kitabında "iktidarın olmadığı bir yeryüzü imgesi barındırmadığını" söylüyor. Oysa, en belirgin olarak "Devlet ve Tabiat"ta, iktidar kavramına olan dışlayıcı bakışı fark edebiliyoruz. Sizce, eğer varsa, bu değişimin sebebini Ece Ayhan’ın şiir ve sanat çevresiyle yaşadığı olumsuzluklara mı bağlamamız gerekir?

 

Zafer Yalçınpınar: Soruyu “Ece Ayhan’ın iktidar karşıtlığı nasıldır?” şeklinde ele almak gerek. Şimdi, her şeyden önce, Ece Ayhan’ın mülkiye mezunu olduğunu unutmayalım. Yani istesek de istemesek de bir “devlet adamı” eğitimi almış. İktidar ve devlet yapısını, rol modellerini, devlet retoriğini, sınıfsal yapıyı ve diğer bileşkeleri, enstrümanları filan biliyor. Hatta sınıf arkadaşlarından daha iyi biliyor. Çünkü onlardan daha meraklı; sezgileri ve hakikat ile haklılık yolundaki inadı daha kuvvetli… Eğitiminin ardından pratiğe ya da uygulamaya geçecek imkâna da ulaşıyor. Yani bir mülki amir -kaymakam- olarak altı sene kadar görev yapıyor.  Tüm bu yaşantılar “devlet ve iktidar” denen şeyi hem kuramsal hem de uygulamalı olarak çok iyi tanımasını sağlıyor. Belki de “iktidar”a maruz kalmaktan ya da “iktidar” uygulamaktan tiksiniyor. Bu tanıma süreci, Ece Ayhan’ı diğer her şeyden çok daha fazla olarak bir “iktidar karşıtı” yapmış olabilir. Sonuçta, sıradan ya da alışılmış bir iktidar karşıtı, aslında, neye karşı olduğunu yani “iktidar” denen şeyi Ece Ayhan’dan daha iyi bilemez. Koşutlamayı genişletirsek, o senin bahsettiğin şiir ve sanat çevresi filan da daha iyi bilemez. Birkaç kişiyi saymazsak, o şiir ve sanat çevresi gerçekte Ece Ayhan’ın dostu değil. Sadece Ece Ayhan’a hayran olmuşlar, ondan etkilenmişler filan… Bunları bir kenara bırakırsak Ece Ayhan, “topluluk” denen şeyin topluma dönüşmesini çok istiyor. Asıl amacı ve beklentisi budur. Ama gün geçtikçe özde bunun gerçekleşmediğini, gerçekleşmeyeceğini görüyor. Gün geçtikçe toplum refleksleri göstermeyen, hatta mevcut özelliklerini de kaybeden bir toplulukla karşı karşıya kaldığına inanıyor. Öyle de… Ece Ayhan’ın düşündüğü, kafasında kurduğu “insanlık” ve “insan olmak” başka türlü… Kısacası, hayal kırıklığına uğruyor Ece Ayhan… Bu topluluğun sahiciliğe ulaşamayacağını, “insanlığa” ulaşamayacağını düşünüyor. Karamsarlaşıyor… Zamanla, karamsarlık alaya dönüşüyor. Ardından da çok büyük bir tarihsel hesaplaşmaya ve haklılığın inadına dönüşüyor. Durum bundan ibaret aslında… Sonuçta, Çok Eski Adıyladır’da Ece Ayhan’ın bir düşünsel değişikliğe uğradığını sanmıyorum. Ama derinleşmiştir Ece ve bence Çok Eski Adıyladır adlı kitabında E.M. Cioran’ın şu sözlerinin tarihçesini yazıyor gibidir; “Hükmetmek bir zevk ve bir zaaftır. Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir.”


D.F.: Ece Ayhan'ın "akkor"luğunun üstünde önemle duruyorsunuz. Ayhan akkorluğunu nasıl ifade etti?

 

Z.Y.: Ece Ayhan, “Ben karamsarım. Ama benim karamsarlığım akkordur” der. Bunu yaşamıyla ortaya koymuştur. Başına gelen binlerce olay, umutsuzluk,  onun inadına inat katmıştır. Olumsuzluklar onu karakter aşınmasına uğratacağına, kendisinden uzaklaştıracağına, aksine, Ece Ayhan’ın kendisiyle yanmasına neden olmuştur… Neyse o olmuştur Ece… Kendisinden, özünden,  doğrularından, şüphelerinden, kök nedenler arayışından, bildiklerinden, bulduklarından, sezdiklerinden, anlam arayışından kısacası sahiciliğinden hiç dönmemiş, aksine derinleşmiş ve sürekli olarak boyayı kazımaya çalışmıştır. Kapkara bir boyayla uğraşmış ve boyayı her kazıdığında daha da kara ve daha da zorlu bir boyayla karşılaşmıştır. Uğraştığı “kara” Ece’nin eline gözüne bulaşmıştır hep… Ama boyayı kazımaya devam etmiştir. Bu durum bir “karşıtlık” –kontrast- yaratıyor. Ve karşıtlık her zaman parlar. Örtüleri sevmez Ece Ayhan… Ece Ayhan’ın hayatı, zihninde, çok derin bir yerde “kömürün elmasa dönüşmesinin eczası ya da kimyası olarak şiir” düşünmekle, tasarlamakla, yazmakla ve araştırmakla geçmiştir. Bu büyük deneyin belli aşamalarında başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Akkorluk, işte, Ece Ayhan’ın kömürden  dönüştürmeye çalıştığı o elmasın akkorluğudur.  Kazıdığı boyalardır.

 

 

D.F.: Kitaplarınızda şairden "Ayhan Çağlar" diye bahsediyorsunuz, bunun sebebi nedir?

 

Z.Y.: Öncelikle, Ece Ayhan, 1950-55 döneminde dergilerde yayımladığı ve yayımlayamadığı şiirleri “E. Ayhan Çağlar” olarak imzalamış. O şiirlerin çoğu şu an baskısı bulunan “Bütün Yort Savular” adlı toplu şiirler kitabında yer almıyor. Örneğin,  “Selanik”, İnfanta”, “İnsanların Kötüsü”, “Boşluktaki Aptal”, “Takma Göz” adlı şiirler bu kitapta yok. Ve bu şiirler o  tarihte yani Ece Ayhan’ın hayatının ve şiirinin başında, onun  dünyayı nasıl gördüğüyle ilgili çok önemli ipuçları taşıyorlar. Ece Ayhan şiirinin ipuçları orada… Bir de “Ece Ayhan” ismi gereğinden fazla kent efsanesi ile ilişkilendirildi. Bundan sıyrılmanın yolu da ona sivil bir “Ayhan Çağlar” olarak bakmak, öyle araştırmak… Anlayan anlamıştır bu söylediğimi… 


D.F.: Ece Ayhan'ın devlet memurluğundan ayrılma sebebine ilişkin bulanıklık hala sürüyor. Bugün, araştırmalarınızdan elde ettiğiniz sonuç nedir?

 

Z.Y.: Bu konuda bütünsel bir sonuca varamadım. Daha doğrusu vardığım noktayı belgelendiremedim henüz… Ece Ayhan kendisine “komplo” kurulduğunu söylüyor. Erdoğan Alkan’ın açıklamalarından bu sonuç çıkıyor… Bir de o dönemde, yani 66’da, Ece Ayhan’ın görev yaptığı bölgede halkevi başkanı olarak çalışan biri var; Abdürrahim Sercan. Onun bu konuda anlattıkları da çok ilginç… Sercan, görevli olduğu bölgede, Kaymakam Ece Ayhan’ın  bir tarikatın üzerine çok gittiğini, tarikata çok sert yüklendiğini ve bu yüzden de Ece’nin bir “komplo”yla alaşağı edildiğini iddia ediyor. Hatta o tarihlerde yerel gazetelerden birinde bu durumun haber olarak yayımlandığını da söylüyor. Ama henüz gazeteye ulaşamadık. Bir ulaşsak…

Ama sonuçta, sanıyorum, Ece Ayhan da devlet memurluğundan filan sıkılmıştı. Asıl neden bu galiba…   


D.F.: Günümüz Türkçe şiirinin içinde yer alan bir şair olarak, Ece Ayhan'ın, güncel Türkçe şiire olan etkisini nasıl görüyorsunuz?

 

Z.Y.: Olumsuz tarafından bakarsak, Ece Ayhan gibi olmak isteyen ve şiir dilini körü körüne kırmaya çalışan bir sürü “ıskarta” ve “kopya” zevat doldu etrafa… Oysa ki Ece Ayhan şiir dilini körü körüne kırmamıştır ve onun şiirde yaptığı değişim “keyfi” değildir. Ece Ayhan’da farklı birikimler ve karşıtlıklar var, zaten önceki sorularında bunları anlatmaya çalıştım. Herneyse… Bahsettiğim bu kötü kopyalar ve ıskartalar ikide bir ağızlarına “Ece Ayhan” ismini doluyorlar… Bu durum Ece Ayhan’ın isminde ve şiirinde deformasyon yaratıyor. Bazı yeniyetmeler bu mutat zevatlara inanıyor filan… Yani olmadık şeylerle ve yapay bağlamlarla Ece Ayhan’ın ilişkilendirilmesi gibi büyük bir dezenformasyon tehlikesi, numarası var ortada… O yüzden bu ıskarta zevatlardan ve kifayetsiz muhterislerden tiksiniyorum.

Artık, geleceğin şiirinin, yani yeni, farklı, sıkı ve sivil şiirin bütünüyle ikinci yeni akımının devamı olarak vücut bulacağını da düşünmüyorum. İkinci Yeni’den sadece İlhan Berk ile Ece Ayhan’ın şiirinin geleceğe uzandığını, uzanacağını sanıyorum. Yani kısacası, bana sorarsanız, Ece Ayhan, Türkçe şiire evrensel bir gelecek ve tarihsel bir sahicilik sağlamıştır, diyebiliriz. Bir de tabii o kazınmış boyaları ve kömürün elmasa dönüşmesi eğretilemesini de aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor…


***

CHRİS KİNG’LE “BAKIŞSIZ BİR KEDİ KARA” ADLI ZOMBİ FİLMİ ÜZERİNE: “SOLGUN VE ÖKSÜREN NALSIZ ATLARIYLA…”

(Futuristika! Taifesinin gerçekleştirdiği röportaj)

Bkz: http://www.futuristika.org/kultura/edebiyat/chris-king/ )

 

Futuristika: Zombi filmlerini seviyoruz, sessiz filmleri seviyoruz, ama ilk defa bir sessiz zombi filmi yapıldığını duyduk. Bu film için, The Golem, Nosferatu gibi Alman ekspresyonist filmlerinden ilham aldınız mı?

Chris King: Öncelikle, izninizle aktarmak isterim; bu filmi çekerken ilk filmini yapmakta olan tümüyle amatör bir filmci olduğumu belirtmem gerekli. Aslında, özellikle Aaron AuBuchon, Chad Ivins ve Kevin Belford gibi tecrübeli sinemacılardan oldukça yardım aldım. Ama yine de benim hayal gücüm, benim projemdi ve yardım edenlerden hiçkimsenin filmim için çalışmalarını, yaptıkları en iyi iş olarak değerlendireceğini düşünmüyorum.
Bahsettiğiniz muazzam filmlerden ilham alışımızın kavranması ve nitelenmesi için tüm bunları söylüyorum. Olan şu ki, ben ilk dönem sessiz filmleri diğer tüm türlerden daha çok seviyorum. Bu yüzden “eski” sessizlerde gördüğümüz gibi konuşmaların olmadığı, sadece müziğin olduğu güncel bir film yapmak istedim. Aslında, sessiz de değiller bu eskiler; sadece konuşma, ”konuşkanlık“ yok. Hatta, canlı müzik eşliğinde gösteriliyorlardı. Bizim filmimiz de ”fon müziği şiir” olacak şekilde çekildi ve düzenlendi. Diğerleriyle beraber ben de, “Bakışsız Bir Kedi Kara“nın İngilizce çevirisinden harf be harf  bu müziğin yazılmasında ve yapımında yer aldım.
Bu arada, buradan; yaşadığım yer olan St. Louis, Missouri’den bir video profesörü, Aaron AuBuchon, bana film için yardım etmeye karar verdiğinde, beni evine davet edip Robert White’ın “The Cabinet of Dr. Caligari”yi seyrettirmişti. Alman eksperyonist sessiz filmlerinden bir klasik. Bu filmin bizim için muhteşem bir sinematik örnek olacağı konusunda fikir birliğine varmıştık. Gerçi, sonuçta, benim amatörlüğüm ve film festivali için son teslim tarihi telaşım filmin kalitesini o kadar düşürdü ki, bu iki filmi aynı anda belirtmeyi düşünecek çok az kişi vardır.

F.: Zombi, çoğunlukla bir Amerikan kavramı. Bize göre Ece Ayhan zamansız ve mekansız bir şair. Şiirlerinde ezilenler, yolunu kaybedenler ve kenarda bırakılmışlar önemlidir. Bu filmin zombilerini benzer şekilde tarif edebilir miyiz? Yoksa sizin zombileriniz birer parti elemanları mı? Filmde onları nasıl tasvir ediyorsunuz?

C.K.: Hah! Seviyorum sizi! Filmden sadece birkaç küçük bölüm gördün, ama gerçekten filmi tanımlayıcı -neredeyse kazara oluşan- bir çıkarım yapabilecek kadar anlamışsınız.
Bakışsız Bir Kedi Kara filmi, fon müziği şiir olacak şekilde yapıldı.
Biraz açıklayayım… Murat Nemet-Nejat’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara” çevirisinde kullandığı tekniği, sürrealist bir teknik olarak addediyorum. Bu nedenle, filmin, şiirin fon müziğinin biraz sürrealist bir estetiğe sahip olarak yapılmasını istedim. Ama yapılmasını hiç istemediğim bir şey; bugüne kadar seyretmiş olduğum sürrealist filmlerin bir taklidini yapmak olurdu. Ayrıca, sadece deneysel bir şey yerine, karmaşık bir öykü içinde birbirleriyle etkileşimde olan karakterlerin olduğu, hikaye anlatan bir film yapmak istiyordum.
Tüm bunlar üzerinde çalıştığımız zamanlardan bir nokta geldi ki, Aaron AuBuchon Zombie Squad’a ya da St. Louis’de her yerde zombiler olduğuna tesadüfi bir gönderme yaptı. Gerçekten öyle, ve benim hiçbir fikrim yoktu. Altı yıl önce St. Louis’e geri taşındığımdan beri, küçük bir çocuğu olan bir gazete muhabiriyim. Bu sebeple hayatım iş ve ev arasında gidip gelmek. Şehrimizde gelişmekte olan bu tarz -gayet ciddi hayatta kalma görüşleri ve kan bağışları gibi harikulade toplumsal etkinlikleri ile zombi kılığında ortalıkta koşuşturma keyfini harmanlayabilen Zombie Squad gibi- altkültürlerle ilgili pek bilgim yok.
Çalışırken elindekileri kullanman gerektiğine inanıyorum, ve burada, St. Louis’de zombilerin kesintisiz bir berekette olan doğal bir kaynak oldukları ortaya çıkmıştı. Tabi bende hemen, sayıca büyük topluluklar halinde, hem filmi de kalabalıklaştırmaya, hem de bir çeşit çok yönlü sürrealist efekt olarak, bu zombileri oyuncu yapma fikri oluştu.
Filmimde şiiri, genç bir oğlan yosmanın ya da transcinsel bir sokak çocuğunun hikayesi olarak okudum
Benim için gerekli olan bu mesaja olanak tanıdıktan sonra, zombiler ayrıca, şehrin ürkütücü yeraltındaki, ölümün kol gezdiği sokaklardaki yaşamı da sembolize etmeye yaradılar. “Bakışsız Bir Kedi Kara“, sürrealist ve imgesel bir şiir olarak, sınırsız sayıda yorumla kişiye göre değişebilir. Ama filmimde ben, çevirmenin şiiri, reşit olma yaşı gelen genç bir oğlan yosmanın  -ya da transcinsel (kendini karşı cins olarak gören) bir sokak çocuğunun- hikayesi olarak okumasını izledim. Böylece, zombiler, kız ve erkek çocukları hırpalamakla tehdit eden tehlikeli üçkağıtçıları simgeliyorlar.

F.: Başka Türk şairlere ilgi duyuyor musunuz?

C.K.: Hem de çok. New York’ta yaşarken en iyi arkadaşım Defne Halman‘dı. Babası, Türk şiirinin İngilizce’ye çevrilmesinde en önemli figür olan Talat. S. Halman. Bu yolculuğa Murat’la, onun bana “Bakışsız Bir Kedi Kara“ çevrisini vermesiyle, çıktım aslında. Fakat Halman’lar  (ve de sonra, yine Murat’ın) vasıtasıyla, daha fazla Türk şair tanıdım. Garip akımı şairlerinin (Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet) kısa şiirlerine müzik düzenledim, Defne Halman’la beraber Orhan Veli’nin tüm şiirlerini İngilizce’ye çevirdik.

F.: Ece Ayhan’ın iç dünyasıyla tanıştıktan sonra hayatınızda nelerin değiştiğini düşünüyorsunuz?

C.K.: Murat, “Bakışsız Bir Kedi Kara“yı bana verdiğinde, kitap yepyeniydi, bir kitap eleştirisinin satacağı tek zamandı aslında. New York’tan mükemmel bir dergi olan The Nation için eleştiriyi hazırlayacak kadar şanslıydım. Yazım Türkçe’ye de çevrildi ve basıldı; inanılmaz ama kızı bizi tanıştırdığında Profesör Halman beni zaten bu eleştiri yazımdan tanıyordu.(2) O yazıda, “Bakışsız Bir Kedi Kara“nın bugüne kadar okuduğum en kederli kitap olduğunu düşündüğümü söylüyordum. Hala aynı fikirdeyim. Şiir bana, hayal kırıklığı, hüsran, yabancılaşma, iletişimde başarısızlık, imkansız aşk ve sekse karşı pek çok imge, renk ve ruh hali verdi. Bir aile kurmaya başlayıp yerleşmeden önce, hayatım bir rock müzisyeni olarak bazen çok pervasız ve tehlikeli idi, ve “Bakışsız Bir Kedi Kara“, o yıllara dönüp bakmamda bana yardımcı olan bir prizma. Bana daha önceden sahip olmadığım bir kelime haznesi veriyor.

F.: Tahmin ederim, Türkçe kişi isimlerinin çoğunluğunun hemen hemen tam bir anlamı olduğunu çoktan biliyorsunuzdur. “Ece”, “Kraliçe, Yüce, Lider” anlamlarına geliyor; eski, öz Türkçe bir kelime. Sizin soyadınız “Kral”. Tesadüfleri seviyoruz ki aslında pek de inanmıyoruz; hayatta her şey kişilerin bilinçli ya da bilinçsiz seçimleri ile gerçekleşiyor. Bu karşıt eşleme hakkında nasıl hissettiniz/hissediyorsunuz?

C.K.: Gerçekten, büyülendim. Nutkum tutuldu. (Bu cevabı yazılı olarak veriyorum, ama derin bir manada kelimelere dökemeyecek haldeyim.) İsmi hakkında bunları bana daha önce söyleyen olmadı. Şimdi, müziğini düzenlediğim şiirin bir parçası olan ”Bir kraliçedir oğlum kanatlarını açmış...” dizesinin, şairin adına kelime oyunu olduğunu anlıyorum. Fakat, Kraliçe şair ve Kral filmciyi benzetmek bizi filme ve filmin konseptine geri getiriyor.
Murat’ın şiirin bir erkek çocuk ya da bir transcinsel fahişe hakkında olması fikrini izleyerek, bunu iki başrol oyuncusuyla dramatize etmek istedim; bazen kendisini erkek çocuk olarak tanıtan çetin bir kız çocuğu ve bazen kendisini kız çocuğu olarak tanıtan, bir kız çocuğu sanılabilecek güzellikte bir erkek çocuğu. Bu, güzel erkek çocuğunun makyaj testi (kendi fikrine göre) başarısız olunca ve kız çocuğu olarak çirkin görüneceği sonucuna varınca, pek iyi sonuç vermedi. Böylece daha sert görünüşlü bir erkek aktörde karar kıldık ve oyuncunun daha kaba görünüşü ve daha keskin enerjisi nedeniyle bu ikilikle farklı yöntemlerle oynamak durumunda kaldık. Aklımdakinden çok farklı bir film olmasına yol açıldı, ama yine de sonuçta ortaya çıkandan memnunum.

Futuristika: Zombi filmlerini seviyoruz, sessiz filmleri seviyoruz, ama ilk defa bir sessiz zombi filmi yapıldığını duyduk. Bu film için, The Golem, Nosferatu gibi Alman ekspresyonist filmlerinden ilham aldınız mı?

Chris King: Öncelikle, izninizle aktarmak isterim; bu filmi çekerken ilk filmini yapmakta olan tümüyle amatör bir filmci olduğumu belirtmem gerekli. Aslında, özellikle Aaron AuBuchon, Chad Ivins ve Kevin Belford gibi tecrübeli sinemacılardan oldukça yardım aldım. Ama yine de benim hayal gücüm, benim projemdi ve yardım edenlerden hiçkimsenin filmim için çalışmalarını, yaptıkları en iyi iş olarak değerlendireceğini düşünmüyorum.
Bahsettiğiniz muazzam filmlerden ilham alışımızın kavranması ve nitelenmesi için tüm bunları söylüyorum. Olan şu ki, ben ilk dönem sessiz filmleri diğer tüm türlerden daha çok seviyorum. Bu yüzden “eski” sessizlerde gördüğümüz gibi konuşmaların olmadığı, sadece müziğin olduğu güncel bir film yapmak istedim. Aslında, sessiz de değiller bu eskiler; sadece konuşma, ”konuşkanlık“ yok. Hatta, canlı müzik eşliğinde gösteriliyorlardı. Bizim filmimiz de ”fon müziği şiir” olacak şekilde çekildi ve düzenlendi. Diğerleriyle beraber ben de, “Bakışsız Bir Kedi Kara“nın İngilizce çevirisinden harf be harf  bu müziğin yazılmasında ve yapımında yer aldım.
Bu arada, buradan; yaşadığım yer olan St. Louis, Missouri’den bir video profesörü, Aaron AuBuchon, bana film için yardım etmeye karar verdiğinde, beni evine davet edip Robert White’ın “The Cabinet of Dr. Caligari”yi seyrettirmişti. Alman eksperyonist sessiz filmlerinden bir klasik. Bu filmin bizim için muhteşem bir sinematik örnek olacağı konusunda fikir birliğine varmıştık. Gerçi, sonuçta, benim amatörlüğüm ve film festivali için son teslim tarihi telaşım filmin kalitesini o kadar düşürdü ki, bu iki filmi aynı anda belirtmeyi düşünecek çok az kişi vardır.

F.: Zombi, çoğunlukla bir Amerikan kavramı. Bize göre Ece Ayhan zamansız ve mekansız bir şair. Şiirlerinde ezilenler, yolunu kaybedenler ve kenarda bırakılmışlar önemlidir. Bu filmin zombilerini benzer şekilde tarif edebilir miyiz? Yoksa sizin zombileriniz birer parti elemanları mı? Filmde onları nasıl tasvir ediyorsunuz?

C.K.: Hah! Seviyorum sizi! Filmden sadece birkaç küçük bölüm gördün, ama gerçekten filmi tanımlayıcı -neredeyse kazara oluşan- bir çıkarım yapabilecek kadar anlamışsınız.
Bakışsız Bir Kedi Kara filmi, fon müziği şiir olacak şekilde yapıldı.
Biraz açıklayayım… Murat Nemet-Nejat’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara” çevirisinde kullandığı tekniği, sürrealist bir teknik olarak addediyorum. Bu nedenle, filmin, şiirin fon müziğinin biraz sürrealist bir estetiğe sahip olarak yapılmasını istedim. Ama yapılmasını hiç istemediğim bir şey; bugüne kadar seyretmiş olduğum sürrealist filmlerin bir taklidini yapmak olurdu. Ayrıca, sadece deneysel bir şey yerine, karmaşık bir öykü içinde birbirleriyle etkileşimde olan karakterlerin olduğu, hikaye anlatan bir film yapmak istiyordum.
Tüm bunlar üzerinde çalıştığımız zamanlardan bir nokta geldi ki, Aaron AuBuchon Zombie Squad’a ya da St. Louis’de her yerde zombiler olduğuna tesadüfi bir gönderme yaptı. Gerçekten öyle, ve benim hiçbir fikrim yoktu. Altı yıl önce St. Louis’e geri taşındığımdan beri, küçük bir çocuğu olan bir gazete muhabiriyim. Bu sebeple hayatım iş ve ev arasında gidip gelmek. Şehrimizde gelişmekte olan bu tarz -gayet ciddi hayatta kalma görüşleri ve kan bağışları gibi harikulade toplumsal etkinlikleri ile zombi kılığında ortalıkta koşuşturma keyfini harmanlayabilen Zombie Squad gibi- altkültürlerle ilgili pek bilgim yok.
Çalışırken elindekileri kullanman gerektiğine inanıyorum, ve burada, St. Louis’de zombilerin kesintisiz bir berekette olan doğal bir kaynak oldukları ortaya çıkmıştı. Tabi bende hemen, sayıca büyük topluluklar halinde, hem filmi de kalabalıklaştırmaya, hem de bir çeşit çok yönlü sürrealist efekt olarak, bu zombileri oyuncu yapma fikri oluştu.
Filmimde şiiri, genç bir oğlan yosmanın ya da transcinsel bir sokak çocuğunun hikayesi olarak okudum
Benim için gerekli olan bu mesaja olanak tanıdıktan sonra, zombiler ayrıca, şehrin ürkütücü yeraltındaki, ölümün kol gezdiği sokaklardaki yaşamı da sembolize etmeye yaradılar. “Bakışsız Bir Kedi Kara“, sürrealist ve imgesel bir şiir olarak, sınırsız sayıda yorumla kişiye göre değişebilir. Ama filmimde ben, çevirmenin şiiri, reşit olma yaşı gelen genç bir oğlan yosmanın  -ya da transcinsel (kendini karşı cins olarak gören) bir sokak çocuğunun- hikayesi olarak okumasını izledim. Böylece, zombiler, kız ve erkek çocukları hırpalamakla tehdit eden tehlikeli üçkağıtçıları simgeliyorlar.

F.: Başka Türk şairlere ilgi duyuyor musunuz?

C.K.: Hem de çok. New York’ta yaşarken en iyi arkadaşım Defne Halman‘dı. Babası, Türk şiirinin İngilizce’ye çevrilmesinde en önemli figür olan Talat. S. Halman. Bu yolculuğa Murat’la, onun bana “Bakışsız Bir Kedi Kara“ çevrisini vermesiyle, çıktım aslında. Fakat Halman’lar  (ve de sonra, yine Murat’ın) vasıtasıyla, daha fazla Türk şair tanıdım. Garip akımı şairlerinin (Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet) kısa şiirlerine müzik düzenledim, Defne Halman’la beraber Orhan Veli’nin tüm şiirlerini İngilizce’ye çevirdik.

F.: Ece Ayhan’ın iç dünyasıyla tanıştıktan sonra hayatınızda nelerin değiştiğini düşünüyorsunuz?

C.K.: Murat, “Bakışsız Bir Kedi Kara“yı bana verdiğinde, kitap yepyeniydi, bir kitap eleştirisinin satacağı tek zamandı aslında. New York’tan mükemmel bir dergi olan The Nation için eleştiriyi hazırlayacak kadar şanslıydım. Yazım Türkçe’ye de çevrildi ve basıldı; inanılmaz ama kızı bizi tanıştırdığında Profesör Halman beni zaten bu eleştiri yazımdan tanıyordu.(2) O yazıda, “Bakışsız Bir Kedi Kara“nın bugüne kadar okuduğum en kederli kitap olduğunu düşündüğümü söylüyordum. Hala aynı fikirdeyim. Şiir bana, hayal kırıklığı, hüsran, yabancılaşma, iletişimde başarısızlık, imkansız aşk ve sekse karşı pek çok imge, renk ve ruh hali verdi. Bir aile kurmaya başlayıp yerleşmeden önce, hayatım bir rock müzisyeni olarak bazen çok pervasız ve tehlikeli idi, ve “Bakışsız Bir Kedi Kara“, o yıllara dönüp bakmamda bana yardımcı olan bir prizma. Bana daha önceden sahip olmadığım bir kelime haznesi veriyor.

F.: Tahmin ederim, Türkçe kişi isimlerinin çoğunluğunun hemen hemen tam bir anlamı olduğunu çoktan biliyorsunuzdur. “Ece”, “Kraliçe, Yüce, Lider” anlamlarına geliyor; eski, öz Türkçe bir kelime. Sizin soyadınız “Kral”. Tesadüfleri seviyoruz ki aslında pek de inanmıyoruz; hayatta her şey kişilerin bilinçli ya da bilinçsiz seçimleri ile gerçekleşiyor. Bu karşıt eşleme hakkında nasıl hissettiniz/hissediyorsunuz?

C.K.: Gerçekten, büyülendim. Nutkum tutuldu. (Bu cevabı yazılı olarak veriyorum, ama derin bir manada kelimelere dökemeyecek haldeyim.) İsmi hakkında bunları bana daha önce söyleyen olmadı. Şimdi, müziğini düzenlediğim şiirin bir parçası olan ”Bir kraliçedir oğlum kanatlarını açmış...” dizesinin, şairin adına kelime oyunu olduğunu anlıyorum. Fakat, Kraliçe şair ve Kral filmciyi benzetmek bizi filme ve filmin konseptine geri getiriyor.
Murat’ın şiirin bir erkek çocuk ya da bir transcinsel fahişe hakkında olması fikrini izleyerek, bunu iki başrol oyuncusuyla dramatize etmek istedim; bazen kendisini erkek çocuk olarak tanıtan çetin bir kız çocuğu ve bazen kendisini kız çocuğu olarak tanıtan, bir kız çocuğu sanılabilecek güzellikte bir erkek çocuğu. Bu, güzel erkek çocuğunun makyaj testi (kendi fikrine göre) başarısız olunca ve kız çocuğu olarak çirkin görüneceği sonucuna varınca, pek iyi sonuç vermedi. Böylece daha sert görünüşlü bir erkek aktörde karar kıldık ve oyuncunun daha kaba görünüşü ve daha keskin enerjisi nedeniyle bu ikilikle farklı yöntemlerle oynamak durumunda kaldık. Aklımdakinden çok farklı bir film olmasına yol açıldı, ama yine de sonuçta ortaya çıkandan memnunum.

 

 



Ece Ayhan hakkında yayımlanan bir kupür:



*

"Bakışsız Bir Kedi Kara" kaybediyor:






Adalara, gemilerin binde bir uğradığı, insan ayağının binde bir bastığı adalara benzer Ece ayhan. Bir de Ortacağ kalelerine, şatolarına, o surlar, hendekler, kuleler, mazgallar, asma köprülerle çevrili, nerden ve nasıl gidileceği belli olmayan, bu yüzden de yanına pek yaklaşılmayan ancak karşıdan görülen, bakılan Ortaçağ kalelerine, şatolarına. Gerisinde yol iz bırakmamıştır çünkü, görünmek yetmiş gibidir. Hem niçin bıraksın? Kendisi de öyle gelmemiş midir buraya. Kimsenin elini tutmadan, kimseye yaslanmadan, yalnız kendi külünü yaka yaka. Kapısını onun için kolay kolay açmaz. (…)
Bir sözcük adamı değil midir? Ondan önce sözcüklerin kokuları, renkleri, biçimleri, aşk işleri bilinmiyordu.Yalnız sözcüklerin mi? (…) Ya bin yıllık tümceleri yerinden kim etti?

Resimlerde bıyıkları uzundur, hep sorular soruyor gibidir (Yanıtlar geçerliklerini yitirdi! mi diyordur).

İlhan Berk
Requiem, YKY, 2004, s.108-109

***

Yoksulluğunu hep unuturdu. Sanki karnı hep tok, parası, işi gücü varmış gibi yaşardı. Pek söz etmedi denebilir yoksulluğundan.
Bir defasında yoksulluğunun üstüne basa basa; onu görmüyormuş gibi konuştu: ‘Ben zenginim’ dedi.
Öyleydi, elbet.
Bu giderek bir onur oldu onun için.
Yeryüzündeki yerine öyle baktı.
Haklı da çıktı.

İlhan Berk
“Ben İlhan Berk’in Defteriyim.”, Alkım Yay., Mart 2004,s.193








Bakışsız Bir Kedi Kara-ANASAYFA

Zafer Yalçınpınar  - ANASAYFA




                                                                                                                                   
     e-posta: zaferyal@gmail.com
twitter: @calmayan
 
   Bu sayfa Zafer Yalçınpınar tarafından Ece Ayhan Çağlar'ın yaşamı ile poetikasına
saygı olarak hazırlanmış ve 12 Temmuz 2008 tarihinde yayına başlamıştır.